Yazılı Anlatım ve Türleri 2. Bölüm

Yazılı Anlatım ve Türleri 2. Bölüm

ÖĞRETİCİ YAZI TÜRLERİ

MAKALE

Herhangi bir konu hakkında bilgi vermek, bir olayı değerlendirmek, bir araştırmanın sonuçlarını açıklamak üzere, çeşitli kanıtlardan faydalanarak inandırıcı bir üslupla kaleme alınan gazete veya dergi yazılarına makale denir.

Makale fikir yazısıdır; bu sebeple ağır başlı, ciddi bir tavrı vardır. Makalede yazarın inandırıcı bir üslubu, savunduğu bir fikri bulunur. Yazının ana fikrini geliştirmek ve ispatlamak için çeşitli örnekler verilir.

Edebiyatımızda makale türünün ilk örnekleri Tanzimat Dönemi’nde çıkarılan gazetelerde görülmeye başlanır.

Bir makale temel olarak ileri sürülen fikrin tanıtıldığı bir giriş bölümü, ileri sürülen fikrin örneklerle kanıtlanmaya çalışıldığı bir gelişme bölümü ve bütün anlatıların sonucunda varılan kanaatin ifade edildiği bir sonuç bölümünden oluşur.

Gazetelerde yayımlanan makalelerden farklı olarak bilimsel araştırmaların sonucunda yazılan makalelerde bu üç bölüme ek olarak faydalanılan kaynakların yer aldığı bir kaynakça bölümü de yer alır.

MAKALE YAZIM İLKELERİ

Yazılan makalenin başarılı ve amaca uygun olması için şu hususlara dikkat edilmelidir:

1. Makale yazılacak konu hakkında bilgi sahibi olunmalı, bunun için gerekli araştırmalar yapılmalıdır.

2. Mevcut bilgiler uygun bir üslupla yorumlanmalıdır.

3. Ele alınan konudaki bakış açısını destekleyici bilgi, belge ve örneklere yer verilmelidir.

4. Makalenin kaleme alındığı alana ve amaca uygun bir üslup kullanılmalıdır.

5. Anlatımda I. tekil kişi (ben) yerine III. tekil kişi (o) anlatımı tercih edilmelidir.

6. Dil anlaşılır, üslup da akıcı olmalıdır.

MAKALE ÖRNEĞİ  (Postmodernizm’in Özellikleri)

•Postmodernizm, pozivitizm ve modernizm gibi akla dayalı bilgileri reddeder.

•Evrensel kuralları tanımaz, çoğulculuk ilkesini tanır.

•Her şey gider, ilkesi vardır. Maddeye önem vermez.

•Eklektizm, postmodernizmin önemli araçlarından biridir. Farklı bilimlere ait terimlerin bir arada kullanılmasıyla oluşur. En çok edebiyatta kullanılmıştır.

•Hiçbir ilkeyi ve yasayı kabul etmez.

•Doğrunun göreceli olduğunu savunur.

•Herhangi bir eleştiri konusu üzerinde tek bir noktaya bağlanmaz. Çünkü hiçbir şeyin tek bir anlamı yoktur. Yoğunluk vardır.

•Millî değerleri hiçe sayar.

•Dine karşı ılımandır.

•Toplumsal sorunlarla ilgilenmez, önemli olan ferttir.

•İnsanın geçmişiyle alakası olmadığını öne sürer.

•Postmodern bilimsellikte, hiçbir bilgi bütün olarak önem kazanmaz. Bilgiyi veya teoriyi bir araya getiren etmenler ayrı ayrı değerlendirilmelidir. Yani bütün yerine parçayı savunur.

•İmaja önem verir

Postmodern Edebiyat (Örnek Metin)

Hakkında çok az şey bilinmesine rağmen postmodernizm, çağımızın en yeni ve en çok kullanılan terimlerinden biri oldu. Resim, mimari, heykeltıraş hatta güzel sanatların yanı sıra günlük hayata dair terimlerin
(postmodern darbe, postmodern giyim… vb., yeni sıfatı oldu.

Postmodernizmin ne olduğu, anlatılmasından öte anlaşılmasında yatar.

Çünkü eleştirmenler dahi postmodernizmi tam bir kalıba uyduramamıştır.

Buna biraz da postmodernizmin tutarsız yapısı sebebiyet vermektedir.

Kelime manasına baktığımızda “post”; sonra, devam manalarına gelmektedir. Gerçek anlamı buna yakındır. Postmodernizm, modernizm karşıtı demektir. Yani postmodernizmi anlayabilmek için önce modernizmi çözümlememiz gerekir, bunun içinse tarihî oluşumlara ve gelişimlere değinmemiz gerekir.

Günümüzde geçerli olan birçok akım gibi modernizm ve postmodernizmin kökü de skolâstik döneme kadar gitmektedir. Skolâstik dönem Avrupa’sında papa, krallar ve soylular hüküm sürüyordu. Sonraki dönemlere damgasını vuracak olan burjuvalar toprak sahibi olmalarına rağmen hiçbir diplomatik imtiyaza ve çıkara sahip değildiler. Bilim ve eğitim ise sadece dogmalar üzerineydi. Bu kadar sağlıksız bir temelin üzerine Haçlı seferlerindeki yenilgiler başlayınca insanlar düşünmeye başlar. Papanın vaat ettiği zenginlik ve refahlık sözleri yerini bulmayınca insanlar sistem eleştirisine, gitmeye başladılar. Bu aynı zamanda Avrupa’da Aydınlama Çağının başlangıcıdır. Yıllarca sömürüldüğünü gören burjuva sınıfı haklarını şiddetle savunacak ve devletler burjuvanın gücünü görüp onlara çok da karşı gelemeyecektir. Böylece burjuva, tahmin edemeyeceği bir yükselişe geçecektir. Burjuvanın yükselişine paralel olarak, Avrupa’da bilim ve sanat gelişmeye başlayacak ve Avrupa pozitivist bir döneme girecektir. Fakat bu yıllar oldukça sıkıntılı olacaktır.

Çünkü bilim ve sanattaki gelişmelere paralel olarak ekonomi güçlenmeye başlayacak ve toplumsal statüde sadece burjuvalar değişiklik yapmış olacak. İşçiler ve emekçiler hâlen daha belli bedellere göre çalışmakta ve toplumsal statüde hâlen daha alt katman olarak görülmektedirler. 19. yüzyıla kadar bu kast sistemi sürmüştür. Tarihin bu kısmında bizim en önemli iki ismimiz sahneye çıkacaktır. Marks ve Nietzsche. Marks pozitivizmi desteklemiş; ama eşitsizliği kınayarak toplumda gelişmenin ve ilerlemenin kurallarını yazıp, sınırlarını çizmiştir.

Böylece sosyalizmle beraber modernizmin temellerini atmıştır. Fakat Marks’ın bu teorileri işe yaramamış ve ilerlemeyle beraber zalimliğe giden süreç devam etmiştir.

Tarihte her akım bir diğerinin devamı veya anti-tezi durumundadır.

 Postmodern Edebiyat’ın Özellikleri (Örnek Metin)

•Adları önceden belirlenen edebî tür isimlerini -roman, hikâye, anı… vb.- reddeder. Bunların yerine “anlatı türü” adını tercih eder. Bunun sebebi postmodern edebiyatta edebî türlerin hepsinin birbirine yaklaşmış olmasıdır. Özelikle şiir, form olarak nesre oldukça yaklaşmıştır.

•Postmodernizme göre “etkilenme” yoktur. Etkilenme yerine “değişikliği” kabul eder.

•Postmodernizmle beraber cinsellik ve sanat dışılık anlatı türlerinde iyice yer etmiştir.

•Romana yakın anlatı türlerinde konu zincirleme değil, girdap gibi iç içe gitmektedir. Bir konunun içinden başka bir konu çıkabilmektedir.

•Bu tip romanlarda yazar anlatıcı konumunu kaybedebilir. Böylece başka bir açıyla incelemeye başlar anlatıyı. Buna “çoğul bakış açısı” da diyebiliriz.

•Olay örgüsünün bir önemi yoktur. Önemli olan devam etmekte olan olayın kendisidir. Zaten olay örgüsünün olabilmesi için olayların zincirleme devam etmesi gerekir. Ama bu anlatı türlerinde postmodernizmin yukarıda saydığımız özelliklerinden; geçmişle alakamızın olmaması ve her şey gider, kanunu olayların ilerlemesine yeni bir yöntem getirmiştir.

•Postmodern edebiyatçıların en önemli özellikleri kullandıkları dildir. Dille oynamayı çok severler. Onlar için bunun en usta sanatı lipogramdır.

Lipogram, alfabedeki bir ya da birkaç harfi kullanmadan bir eser yazmaktır. Batı edebiyatında Georges Perec “Kayboluş” adlı eserini yazarken “e” harfini hiç kullanmamıştır.

•Simgecilik ise oldukça kullanılan bir araçtır.

•Batı edebiyatında postmodernist olarak ün yapmış yazarlar; İtali Calvino, Umberto Eco, Jacques Derrida, Paul Aster, John Barth ve Don Dellio’dur.

•Bizde ise Berna Moran, Yıldız Ecevit, Jale Parla’ya göre tespit edilmiş postmodernist yazarlardan bazıları; Oğuz Atay, Hasan Ali Toptaş, Metin Kaçan, Latife Tekin, Bilge Karasu, Murat Gülsoy, Elif Şafak, Sema Kaygusuz, İhsan Oktay Anar, Süreyya Evren, Yusuf Atılgan’dır.

DENEME

Günlük hayattan alınan herhangi bir konu üzerinde bir ispat amacı güdülmeden kaleme alınan yazılara deneme denir. Deneme her ne kadar öğretici türler içerisinde bir fikir yazısı olsa da gerek konu ve gerekse üslup bakımından makaleye göre farklılıklar arz etmektedir.

Deneme yazarının okuyucu karşısında öğretici bir tavrı yoktur. Ancak yazar, bazen doğruyu o kadar isabetle tespit eder ki, ister istemez öğretici bir havaya bürünür. Bunu sert bir üslupla değil, aksine yumuşak bir dille sohbet havası içinde verir. Deneme bu yönüyle sohbete benzer, ancak olayları birden açıklayışı ve çözümlemeye gidişi ile sohbetten ayrılır.

Yazar anlatımda, üslupta ve planda serbesttir; samimi bir üslup kullanır.

Gözlemlerinden ve deneyimlerinden yararlanır. Kişisel duygu ve düşüncelerine yer verir; ama bunları ispatlamaya çalışmaz. Yazar kendisiyle konuşur gibi, hatta yanında biri var da duygu ve düşüncelerini onunla paylaşıyormuş gibi yazar.

Deneme kimi zaman öteki yazı türleriyle karıştırılır. Ama konuyu işleyişi, üslubu, ispata gitmeyişi, kesin sonuçlar vermeyişi, bilgiçlik taslamayışı ile diğer türlerden ayrılır. 

KENDİNE ACINDIRMAK (Örnek Metin)

Kendimi kaptırmamaya çalıştığım çocukça, yakışıksız bir huyumuz vardır; dertlerimizle dostlarımıza acındırmak, kendimize vah vah dedirtmek.

Başımıza gelenleri büyütür, şişirir, karşımızdakini ağlatmak isteriz neredeyse. Başkalarını kendi dertleri karşısında soğukkanlı gördük mü överiz ama soğukkanlılığı bizim dertlerimize karşı göstermediler mi darılır, kızarız. Dertlerimizi anlamaları yetmez, yanıp yakınmalarını isteriz. Oysaki, insan, sevincini büyülterek anlatmalı, üzüntülerini kısaltarak. Kendine yok yere acındıran, gerçekten dertli olunca acınmamayı hak eder. Durmadan vahlanan kimse vahlanılmaz olur. Kendini canlı iken ölü göstereni, canlı iken ölü görebilir herkes. Öylelerini gördüm ki, eş dost kendilerini gürbüz, keyifli görecek diye ödleri kopar, iyileşmiş sanılmamaları için gülmelerini tutarlardı. Sağlık kimseyi acındırmadığı için, nefret ettikleri bir şey olurdu. İşin tuhafı o gördüğüm kimseler kadın da değildi.
Montaigne

FIKRA

Fıkra, genellikle olayların ve durumların komik yönlerinin anlatıldığı bir tür olarak bilinmektedir. Hâlbuki gazetelerde yer alan ve bir konunun, durumun ya da olayın farklı yönlerini konu edinen fikir yazılarına da fıkra denilmektedir. Fıkralar genellikle toplumun aksayan yönlerinin çeşitli anlatım yolları kullanılarak ele alındığı yazı türleridir.

Fıkra yazarları konu hakkındaki fikirlerini ispatlama amacı gütmeden samimi bir üslupla kaleme alırlar. Bu yönleri ile de makale yazarlarından ayrılırlar. Fıkra türü çok sıkı kuralları olmaması sebebiyle kolay gibi görünse de yazılması zor olan yazı türlerinden biridir.

Fıkra Örneği

ŞİKÂYETLER

Hemen her akşam eve içim sıkkın dönüyorum. Niçin? Bu niçinin yanıtı yok.

Bir işimi sarpa sardı? Bir yeri mi ağrıyor? Birisiyle mi çatıştım? Hayır… Sadece içim sıkkın.

Belki siz benim gibisiniz. Belki herkes, bütün vatandaşlar böyle, nedensiz bir bunaltı içindeler…

Hayır, hayır, bu üzüntülerin nedeni mi yok dedim?… Evet, nedeni yok, amma nedenleri var.

Dikkat ediyorum; bizim bütün büyük şikâyetlerimiz, bir küçük şikâyetler toplamıdır; ruhumuzun kumbarasını, hemen hemen hiçbir değeri kalmayan metelikler gibi, metelik kıymetini aşmaz gündelik şikayetlerimiz dolduruyor.

Eğer, bir ilmi simya uzmanı, akşam karanlığında yüzümüzde satır satır uzanan çizgiler okusa, ne küçük, ne değersiz, ne hiçten dertler dinleriz.

İskele kapısını geç açan memur, gişede bulunmayan biletçi, tramvayı durduramayan vatman, sokağı yüzünüze süpüren temizlik işçisi, fazla para isteyen şoför, parmakları kopan berber, karası elinize sıvanan gazete, merhametinizi iğrendiren dilenci…

İşte Tanrı’nın günü, ruhumuzun kumaşını delik deşik eden güveler.

İnsan denen büyük kıymeti, küçük ihtimallerin kurbanı olmaktan kurtarmalıyız.
Yusuf Ziya ORTAÇ

ELEŞTİRİ

Bir fikri, bir düşünceyi ya da bir eseri bütün yönleri ile inceleyip değerlendirme amacını taşıyan yazılara eleştiri yazısı denir. Özellikle günlük yaşamda eleştiri kelimesinin olumsuz anlam kazanması sebebiyle eleştiri sadece
ele alınan konunun kötü yönlerinin ifade edilmesi olarak zihinlere yerleşmiştir.

Oysaki iyi bir eleştiri yazısı ancak üzerinde durulan konunun olumlu ve olumsuz bütün yönlerinin ele alınması ile oluşturulabilir Bir fikir, bir konu veya bir eser üzerine eleştiri yazabilmek için ilk şart eleştiri yazılacak hususta ayrıntılı bilgi sahibi olmaktır. Bir kişinin tam olarak bilmediği ve anlamadığı konularda eleştiri yazmaya kalkışması o kişi için olumsuz sonuçlar doğurabilir. Eleştiri yazımındaki ikinci şart ise fikirlerin ve düşüncelerin
kişiselleştirilmemesi ve objektif davranılmasıdır.

HALİKARNAS BALIKÇISI (Örnek Metin)

Halikarnas Balıkçısı takma adıyla tanınan Cevat Şakir Kabaağaçlı (1886-1973), öykücü ve romancı olarak, Ege ve Akdeniz kıyılarımızın, ekmeğiniçekişe dövüşe denizden çıkaran yoksul, ama namuslu insanlarının yaşam serüvenini, bu bölgelerin taşı toprağı, ormanı dağı, mitolojisi efsanesiyle birlikte, şiirsel bir anlatımın bütün sıcaklığında coşa taşa edebiyatımıza mal eden ilk ve tek sanatçıdır.

Daha babasının (Şakir Paşa) elçi olarak bulunduğu Atina’da geçen çocukluk günlerinde filizlenip Oxford’daki tarih öğreniminde daha bir gelişerek bilinçlenen mitoloji merakı, meraktan da öte tutkusu, o taşkın deniz sevgisiyle sarmaş dolaş olarak, hikâye ve romanlarına yansır.

Cevat Şakir, Oxford’dan klasik kültür yüküyle yurda dönünce (1910), resim, karikatür, dergi kapağı resimleri, çevirilerle başlar gazetelerde çalışmaya.

1925’te Resimli Ay dergisinde, asker kaçaklarının yargılanmadan kurşuna dizilmelerini konu alan bir öyküsü yüzünden sanatçı üç yıl Bodrum’da kalebentlik cezasına çarptırılır. Daha Bodrum’a ayak bastığı ilk gece ile sanatçının yaşamında, ömrünün sonuna kadar sürecek olan, yepyeni bir dönem başlar. Yurt gerçeklerinden uzakta, varlıklı, alafranga bir çevrede, Batı kültürüyle beslenmiş çıtkırıldım genç aydının, görüp yaşadığı, alışıp benimsediği dünyadan apayrı, yoksul ama mert deniz insanları ile karşılaşmasıdır bu. Cevat Şakir, Bodrum’da geçirdiği bir buçuk yıl içinde, daha başlangıçtan beri kafasından yüreğine, yüreğinden kafasına akıp ona gerçek kişiliğini aydınlatan her şeyi bulur: Denizle sarmaş dolaş doğa güzelliği yanında, taşı toprağıyla boğazına kadar mitolojik anılarla dolu bir dünya, o anılardan habersiz, günlük ekmek tasası içinde çırpınan yoksul ama dürüst, temiz deniz insanlarının imrenilesi yaşamı…

Kalebentlik cezası biter ama, ondaki deniz sevgisi, deniz insanlarına duyduğu hayranlık, sevgi bitmez. İstanbullardan kalkıp, evini barkını, kolay hayatını, rahatını elinin tersiyle bir yana iter ve gelip tam yirmi yıl Bodrum’da yaşar, ekmeğini alnının teriyle kazanan deniz insanlarının arasında •Önce sokaklara palmiyeler dikip, yurt dışından getirttiği bitkilerle şehrin dört bir yanını donatmak, bilgisini, görgüsünü bütün cömertliğiyle çevresine saçmakla başlar işe. Sonra, karşılıklı sevgi ve duygu alışverişinin potasında oluşturduğu zengin izlenimleri, hayal gücünün bütün yetisiyle dile getirir hikâye ve romanlarında.

Daha öykü kitaplarının adlarından başlar deniz sevgisinin, insanı doğayı kucak kucağa birbiriyle kaynaştıran önüne geçilmez bir tutkunun serüveni. Yazarın ilk hikâye kitabı, Halikarnas Balıkçısı adıyla 1939’da çıkar: Ege Kıyılarında.

Onun ardından sırasıyla Merhaba Akdeniz (1947, 1962), Ege’nin Dibi (1952), Yaşasın Deniz (1954), Gülen Ada (1957) yayınlanır. Balıkçı, bütün bu öykülerde (romanlarında olduğu gibi), kara insanlarının yanı sıra, ama onlardan çok, umutlarını, fırtınalı denizlerde dalgalarla boğuşa boğuşa çoluk çocuklarının günlük nafakasını çıkarmaya çalışan yiğit babaların, oğulların, vefalı kocaların, kardeşlerin, vazgeçilmez sevgililerin ağları, sandalları, kürekleri yelkenleri, tekneleri ile bir bereket müjdesi gibi geri dönmelerini rıhtımlarda, kapı aralıklarında, damlarda pencerelerde bekleyen kızlı erkekli, çoluklu çocuklu kıyı insanlarının çileli yaşayışını verir. Kimi zaman denizin üstünde, kimi zaman sünger avcıları, dalgıçlarla denizlerin dibinde, renkli, esrarlı, sürprizli bir dünyanın ta orta yerinde buluruz kendimizi.

Bir geçim kaygısı olmakla birlikte, o kaygıyı gerilerde bırakıp, kazası belası, bin bir tehlikesi güçlüğü ile bir serüven tutkusuna dönüşen deniz sevgisi, deniz büyüsü, Balıkçı’nın romanlarını da alır avucunun içine. Balıkçının ilk ve en güzel romanı olan Aganta Burina Burinata’nın (1946), amcası açıklarda boğulduğu için, denizcilikten uzaklaştırılan, evlendirilip karaya bağlanmaya çalışılan kahramanı genç Mahmut’u, sonunda denizin çağrısına dayanamayıp, enginlere teslim eder kaderini.

Deniz insanlarına olan hayranlığı, Balıkçı’yı, yanında yöresinde görüp tanıdığı, ölesiye bağlandığı sıradan insanlar yanında, tarihimize mal olmuş deniz kahramanlarının hayatlarını da romanlaştırmaya götürür. Uluç Reis (1962) ve Turgut Reis (1966) adlı romanlar bu hayranlığın bir ürünüdür.

Balıkçı’nın, öykücülüğü ve romancılığı yanında, bir o kadar önemli, bir o kadar üzerinde durulması gereken özelliği, tarih bilinci ve mitoloji merakıyla sivrilen, bunların da ötesinde, gelmişi geçmişiyle Anadolu’nun kültür
kaynakları üstüne eğilen, gerçek bir düşünür, yurtsever bir düşünür olmasıdır. Balıkçı, bir yandan, mitoloji tutkusuyla Anadolu Efsaneleri (1955) ve Anadolu Tanrıları (1962) üzerine eğilirken, öte yandan, Batı kültürünü oluşturan kaynağın Yunanistan’da değil, Anadolu’da yeşerip geliştiğini ispatlamaya adar kendini. Anadolu’nun Sesi (1971) ve Hey, Koca Yurt’ta (1972) İyonya (Anadolu) kültürünün Yunanistan kültüründen üstünlüğünü göstermeye çalışır. Ona göre Batılıların Yunan Mucizesi diye belledikleri şey, aslında Ege bölgelerinde yeşermiş, aklı mantığı, olumlu düşünceyi başlatan bir çabanın, adına, göğsümüzü kabarta kabarta Ege Mucizesi diyebileceğimiz bir düşünce akımının ürünüdür. Balıkçı’ya göre, insan aklının olumlu tohumları maddeci düşünürlerle İyonya’da atılmıştır. Sokrates ve Platon’la bu akılcı atılım bir başka yöne yaptırılmış, ruh ve madde ayrılığı içinde ruha üstünlük tanıyarak, insan aklı 1800 yıllık bir gecikmeye uğratılmıştır Doğru yanlış yönleri bir yana, Batı kültürünü İyonya dışında yalnız Yunanistan’a bağlayan klasik görüşe karşı çıkışı, yurt topraklarında, nüfus kütüğü merakına düşmeden, boy atmış, gelişim göstermiş her çeşit düşünceyi özümseme yolundaki çabası ile Balıkçı, Azra Erhat’ın deyimiyle bir kültür öncüsü olmuştur ve öyle anılacaktır.
Vedat GÜNYOL

RÖPORTAJ

Fransızca bir kelime olan röportaj, herhangi bir konu hakkında o konu ile ilgili kişilerle görüşüp bilgi toplamak ve daha sonra toplanan bilgileri belirli bir düzen dâhilinde yazıya geçirmektir.

Söyleşi ve mülakat olarak da adlandırılan bu yazı çeşidinde başarılı olabilmek için iyi bir ön hazırlık yapılması gerekir. Özellikle araştırılan konunun bütün yönleri etraflıca değerlendirilmeli ve röportaja zemin hazırlayacak sorular hazırlanmalıdır.

Refik Ahmet Sevengil’in Türk Dili Tetkik Cemiyeti Sekreteri İbrahim Necmi Dilmen ile yaptığı röportaj:  

Örnek Metin

Refik Ahmet Sevengil: En büyük şairimiz kimdir?

•İbrahim Necmi Dilmen: Hımmm… Önemli bir soru… Bunu geçelim.

•R. A. S. : En büyük romancımız kimdir?

•İ. N.D.: Bunda feci bir itiraf yapacağım: Maatteessüf Halit Ziya… Buna teessüf edişim Halit Ziya’yı sevmediğimden değil, ondan beri ona ayar bir romancı daha yetişmemiş olmasındandır.

•R. A. S. : Edebiyatımızda bir “ekol literer [edebî mektep]” teşekkülü temayülü görüyor musunuz?

•İ. N.D.: Henüz hayır. Bana öyle geliyor ki, bizim edebiyat, ama şu tarihe geçmiş edebiyat değil, gerçek ulusal edebiyat, daha yeni kurulma devrindedir. Bir kere kurulup canlı eserler vermeye başladıktan sonra ekollere ayrılabilir.

•R. A. S. : Bizde kuvvetli kadın muharrir yetişmediği söylenilir; siz ne düşüncedesiniz?

•İ. N.D.: Kuvvetli muharrir… Bilmem bunu ne ile ölçmeli? Eski şairler içinde meselâ Fıtnat’ın Haşmet’ten daha az kuvvetli olduğunu zannetmem. Fatma Aliye, romancı olarak Mehmet Celâl’den daha zayıf mı idi? Bana öyle geliyor ki, şimdilerde kuvvetli muharrir yetişmiyor; kadın, erkek.. Bu da, bilmem aldanıyor muyum, büyük bir devrim geçirmemizden ileri geliyor… Biz yalnız siyasal yahut dilsel değil, bütün anlamı ile sosyal bir devrimin içindeyiz.

•Bunun edebiyat verimi ancak o devrimin gereklerine göre yetişecek gerçekten ulusal şair ve muharrirlerle kendisini gösterecektir. Çok umarım ki, sosyete içinde erkekle atbaşı beraber ileri atılan Türk kadını da bu verimde erkeklerden geri kalmayacaktır.

•R. A. S. : Edebiyat, onunla meşgul olanları geçindirebilecek bir meslek sayılır mı, olabilir mi?

•İ. N.D.: Çok yazık ki, bizde henüz sayılmaz; ama olabilir ve olmalıdır. Bizde olamıyor; çünkü okuyucu yok yahut yok denilecek kadar az! Bununla beraber önümde bir iki örnek var. Ahmet Mithat, ne kadar edebiyat dışı denilirse denilsin, yazılarıyla sade geçinmiş değil, bayağı para da kazanmıştır. Çünkü o, yazılarını olabildiği kadar kalabalık bir topluluğa okutmanın gizini bulmuştu.

Yaşayanlar içinde de Hüseyin Rahmi gene böyle çok değerli bir örnek olarak gösterilebilir; ben öylelerini tanırım ki, okuma yazma bilmediği hâlde Hüseyin Rahmi’nin romanını okutup dinlemekten zevk alır.

•Bana öyle geliyor ki, edebiyatın, yani şairliğin, romancılığın, tiyatro yazıcılığının bu işlerle uğraşanları geçindirebilmesi her şeyden önce bunları yazdığımız dilin okuma yazma bilen her adamın anlayabileceği kadar açık ve bu açıklıkla beraber sevimli ve güzel olmasına bağlıdır. Dil devriminin başlıca pratik amacı da budur. Onun içindir ki, geleceğe karşı yüreğimi umutla dopdolu buluyorum.

•Sayın Burdur Saylavı, dil işleriyle uğraşmaya başlamadan önce uzun zaman tiyatromuzun gidişini takip etmişti. Onun ilk şöhreti, hatta halkça edebiyat hocalığından da fazla bilinen tiyatro münekkitliğinden gelir. Onun için İbrahim Necmi Dilmen’e anket muharriri şu soruyu da sordu:

•R. A. S. : Tiyatromuzun ilerlemesi için ne lâzım?

•İ. N.D.: Tiyatro yazmanın ve oynamanın bu işleri yapanları başka herhangi bir düşünceden kurtarabilecek kadar rağbet görmesi…

•Bence edebiyatın ilerlemesi dahi bütün sosyal kurumlar gibi ekonomik bir dayanca bağlıdır.

•İstanbul’da tiyatromuz pek de rağbet görmüyor değil; ancak bu kadarı yetmez. Tiyatro, edebiyatın halka en çok yakından söyleyenidir. Okuma yazma bilmeyen adam bile tiyatroyu görüp işitebilir. Bu bakımdan tiyatro bütün sosyal propagandanın radyo ve sinema gibi gereçlerinden biri sayılmalı ve öyle yardım görmelidir.

R. A. S. : Son sual: Kaç yaşındasınız? Kaç eser yazdınız? Edebiyatla meşgul olmaktan zarar gördünüz mü?

•İ. N.D.: Kırk sekiz yaşındayım. Kitap olarak Tarih-i Edebiyat [Edebiyat Tarihi] Dersleri, gramer ve dile ait birkaç broşür çıkardım; gazetelerde birçok makale, bir roman, bir de tarihî tefrika yazdım. Edebiyattan ne zarar göreyim? Hem sevdiğim işle uğraştım hem de bu uğraşmadan ne kadar değersiz olsa bir ulusal hizmet çıktığı kanısı ve umudu ile yüreğimi avuttum.

•R. A. S. : Teşekkür ederim.

•İ. N.D.: Bir şey değil.

Refik Ahmet SEVENGİl-Her Gün Bir Ediple

ANI / HATIRA

Bir kişinin başından geçen olayları, yaşadıklarını, tecrübelerini kaleme aldığı yazı türü anı/hatıra olarak adlandırılır.

Hatıralar özellikle birer belge niteliği taşıdığından tarihî değer taşıyabilirler.

Özellikle devlet adamlarının bu türdeki eserleri tarihî değeri bakımından da incelenebilmektedir.

Tanınmış devlet adamı, sanatçı ve sporcuların kendi hayat hikâyelerini kaleme aldıkları hatıratları o kişilerin yaşadıkları devirlerin genel özelliklerini, sanat anlayışlarını ve dönemin olaylarını açıklamaları bakımından önem arz etmektedir.

Örnek Metin

•Mülkiye Okulundan 1896’da çıkmıştık. Tevfik Fikret’in yazı işleri yönetimi altında Servet-i Fünun’un bir edebiyat dergisi hâline gelişi de o tarihlere rastlar. Recaizade Ekrem Bey “abes” ile “muktebes” sözcüklerini uyaklı saymış. Eski Arap yazısında bunlar değişik harflerle sonuçlanan iki kelimedir. Naci tarafını tutanlarca bu, dinsizlik, tanrıtanımazlık düzeyinde çok tehlikeli bir durumdu. Haftalık “Malumat” dergisinde Ekrem Bey’e sertçe saldırmışlardı. Ekrem Bey, Galatasaray’da öğretmenken yeteneğine tanık ve hayran olduğu Tevfik Fikret’i Servet-i Fünun’a getirmiş, Servet-i Fünun’da uyakların göz için değil kulak için olduğunu ileriye sürerek “Malumat”ın yazılarına cevap vermişti.

•Halit Ziya ile Cenap Şahabettin de sanırım gene Ekrem Bey’in özendirmesiyle Servet-i Fünun’da yazmaya başlamışlardı. Bu yeni hareket bende de eski, yazı gereksemesini tazeliyordu. “Röneka” diye küçük bir hikâye yazdım. O yıl hava değişikliği için Yeşilköy’e gitmiştik. Orada gördüğüm küçük bir kız çocuğuyla ilgili bu hikâye, Yeşilköy yaşamının izlerini anlatan yazıların ilkidir. Hikâyemi doğallıkla ilkin Rauf’a okudum. O bunu Servet-i Fünun’a götürmek istedi.

Nadide dönemimin palavracılığını çoktan bırakmıştım. Okuduğum Fransızca eserler bana korku ve alçakgönüllülük vermişlerdi. Onlara yetişemeyeceğimi görmekten doğan bir sakınış ve gönül alçaklığıyla kendi yazılarımda hiçbir değer düşünemiyordum. Bununla birlikte içimde gene bir heves vardı.

Rauf’un ısrarı üzerine dayanamadım. Hikâyemi Servet-i Fünûn’a götürmesini benimsedim.

“Röneka” Servet-i Fünun’da yayımlandı. Bunun verdiği yüreklilikle başka bir hikâye daha yazdım. Rauf onu da Servet-i Fünun’a götürdü. O da basıldı. Artık bana da güven geldi, hevesim arttı ve bir gün Rauf’la birlikte Servet-i Fünun’u ziyarete gittim.

O zaman Servet-i Fünun’un, sonradan Sanayi ve Madenler Bankasının bulunduğu yapıdaydı. Ahmet İhsan Bey’le “Nadide” günlerinden kalma bir tanışıklığımız vardı. Ama Recaizade Ekrem Bey de içlerinde olduğu hâlde Cenap’tan başka orada yazı yazanların hiçbirini tanımıyordum.
Hüseyin Cahit YALÇIN

GEZİ / SEYAHAT

Gezilen görülen yerlerin çeşitli yönleri ile ele alındığı yazı türü gezi/seyahat yazısı olarak adlandırılmaktadır. Edebiyatımızda bu türün en önemli temsilcisi Evliya Çelebi’dir. Evliya Çelebi’nin gezip gördüğü yerlerle ilgili kaleme aldığı “Seyahatname” isimli eseri bugün bile ilgi ile okunmakta ve araştırmacılara kaynaklık etmektedir.

Marco Polo, İbn-i Batuta, Puşkin gibi yazarlar da gezi yazısı türündeki eserleriyle ün kazanmış kişilerdir.

Gezi yazısı yazabilmek için öncelikli olarak iyi gözlem yapabilmek ve gözlemlerini etkili ve akıcı bir biçimde yazıya dönüştürebilmek gerekir. Ayrıca gezi yazısının ilgi çekici olabilmesi için yazıda dikkat çekici ve ilgi uyandırıcı ayrıntılara yer verilmelidir.

NİHAYET BURSA ZAMANI (Örnek Metin)

Uzun zamandır görmek istediğimiz Bursa’ya gitmek için bir pazar sabahı İstanbul’dan 07.00’deki otobüse bindik, 3 saatlik bir yolculukla Bursa terminaline vardık. Otobüs terminali, aynı zamanda pek çok markanın ve renk renk tabelaların olduğu kestane şekeri satış yeri diyebileceğimiz bir yer.

Terminal çıkışında belediye otobüsleri kalkıyor şehir merkezine. Bunlardan birine binip Ulu Cami merkeze gittik. Hedefimiz öncelikle Uludağ eteklerine kurulan Cumalıkızık’a gidip kahvaltı yapmak ve köyü gezmek…

Son zamanlarda adını köyde çekilen dizileriyle daha çok duymaya başladığımız aslında 700 yıllık bir Osmanlı köyü Cumalıkızık. Kızık köyleri içinde en çok tanınanı, yerli-yabancı en çok turist çekeni. Bursa şehir merkezinden 90 dakikada bir kalkan 22/A otobüsüyle ulaşılabiliyor.

Cumalıkızık’ta otobüsten inilen son durak, köyün de başlangıcı. Köyün başında köy ürünlerinin satıldığı tezgahlar sıralanıyor. Arkalarında ise yine köylülerin bahçelerine masalar atarak köy kahvaltısı sundukları evleri
uzanıyor. Boş masası olan bir tanesine gidip oturuyoruz hemen. Hemen hemen birçok köyde olduğu gibi yerel halkın işletmeciliğe soyunduğu yerlerde doğallık arıyorsanız buluyorsunuz ama konfor ve hız arıyorsanız pek bulamıyorsunuz. Bize sıranın gelmesini beklerken zamanımız kısıtlı olduğundan bu süre uzadıkça biraz canım sıkılsa da keyifli bir kahvaltının da gezinin bir parçası olduğuna ikna ettim kendi kendimi. Nihayet, evde yapılmış köy ürünleri, tereyağında yumurta ve çok güzel haşhaşlı-cevizli ekmekle (dışarıda satılıyor, dönerken mutlaka almalıyım!) güzel bir kahvaltı sonrası köyde yürüyüşe çıktık.

Parke taşlı daracık yollarda iki-üç katlı sarı, beyaz, mavi, mor boyalı cumbalı evleri izleyerek köyün tepelerine doğru çıktık. Evlerin bazıları restorasyon görmüş ve kurtarılmış, bazılarıysa oldukça kötü durumda. Girişteki yerler dışında köyün üstlerinde de bahçe içinde oturulabilecek yerler var, hepsi de tıklım tıklım dolu.

Bütün ara sokaklara gire çıka köyü gezip farklı yoldan tekrar meydana geldiğimizde otobüsün kalkmak üzerine olduğunu görünce aceleyle iki ekmek alıp kendimizi otobüse attık. Otobüs diğer kızık köylerinden hemen yandaki Hamamlıkızık içinde bir tur atıp tekrar şehir yoluna girdi. Gördüğüm kadarıyla diğer kızık köyleri geleneksel evlere fazlaca sahip değil. Sanırım bundan dolayı da içlerinde en ünlüsü Cumalıkızık. Köy dönüşü otobüsten yine Ulu Cami civarında inince şehri gezmeye başlıyoruz.

Balibey Hanı: Eski bir yapının restorasyon görmesinden sonra kültür merkezi olarak açılmış. Kubbeli küçük küçük odaların her birinde hat, ebru, çini, rölyef, tezhip, resim gibi eski el sanatlarından biriyle ilgili eserler sergileniyor.

•Balibey Hanı’ndan çıkıp Atatürk Caddesi boyunca yürürken Ulu Cami onun yanında Koza Han, eski belediye binası ve aynı caddeden heykele doğru yürüyünce Bursa Kent Müzesine gidiliyor. İpekböcekçiliğinin merkezi Bursa’da Koza Han’da yan yana sıralı dükkânlarda ipekli ürünler vitrinleri süslüyor.

Yakın zamanlara kadar koza pazarlarının kurulduğu han, günümüzde ipekçilikle uğraşan esnafın yer aldığı bir han olarak kullanılmakta. İpek alışveriş mekânı olmakla birlikte kocaman çınarların altında çay-kahve içerek tarihî dokunun da tadına varılabilecek bir yer. Koza Han’dan çıkıp eski belediye binasının yanında bir ağaç altında hem serinleyip hem dinlenirken binayı inceliyoruz. Tarihî Belediye Binası, Atatürk’ün vefatından önce Bursa’da katıldığı son baloda valsi yarıda kesip orkestraya “sarı zeybek”

dediği ve o muhteşem zeybek oyunu oynadığı yer…

Hatta yakın zamanda Sümer Ezgü’nün Atatürk’ü canlandırdığı ve manevi kızı Ülkü Adatepe’nin de yer aldığı bir mini belgesel çekilmiş bu binada.

Belediye Binası bugün, Bursa’da “kentlilik bilinci” projesini hayata geçiren gönüllü vatandaşların oluşturduğu birimlerle çalışmalarını sürdüren Yerel Gündem 21 Evi olarak kullanılıyor. O ağacın altında otururken bundan haberimiz olmadığından içini dolaşmadığımız için sonradan pişman olduğum yer. Belki bir dahaki sefere…

Caddeden yürüyerek Kent Müzesine gittik. Atatürk heykelinin arkasındaki meydanda yer alan bu müze, çok fazla emek verilmiş, harika bir müze.

Açıkçası içeri girerken böyle güzel bir müze olacağını düşünmemiştim.

Aklınızda “müze gezmek sıkıcıdır” gibi bir önyargı varsa bunu tamamen yıkacak güzellikte bir müze. 3 katlı müzenin giriş katında (Uygarlıklar Kenti Bursa) geçmişten günümüze Bursa’nın tarihi canlandırmalarla anlatılıyor.

Bursa’da ilk ayak izlerinden başlayıp Osmanlı padişahlarının balmumu heykelleriyle o dönemi canlandırıp Kurtuluş Savaşı’nın bitmesine kadarki tarihsel olaylar yer alıyor.

Ardından Çağdaş Bursa bölümünde Cumhuriyet döneminden başlayarak gelişen çağdaş bir kente dönüşen Bursa’nın hikâyesi günümüze kadar uzanıyor.

Üst katta, Yaşam ve Kültürüyle Bursa bölümünde Bursa’da doğmak, büyümek, yaşamakla (kız isteme, evlilik hazırlıkları vb. konular) ilgili bilgiler görsellerle zenginleştirilmiş. Ayrıca Bursa’da yemek ve eğlence kültürü, sağlık, hamamlar, medreseden okula, kültürel mekânlar, Karagöz-Hacivat, geleneksel sporlar ve turizm gibi konularda yer almakta. En alt katta, Üreten Bursa bölümünde Bursa’da el sanatları çarşısı oda oda yapılan canlandırmalarla tanıtılıyor. Arabacı, nalbant, semerci, yemenici, bakırcı, kalaycı, tenekeci, marangoz, sepetçi, çinici, bıçakçı, şekerci, kebapçı gibi birçok mesleğin kullandıkları aletleriyle birlikte canlandırmaları yer alıyor.

•Bu müze, European Museum Forum’un Mayıs 2006’da Lizbon’da düzenlediği ödül töreninde, Avrupa’nın ödüllü müzeleri arasına girmiş.

Gerçekten Bursa’yı yakından tanımak için, gezmesi çok keyifli bir müze olmuş, çok beğendim.

Müzeden çıkınca şehri tepeden görmek için teleferiğe gitmeye karar veriyoruz. Yarım saat kadar kuyrukta bekleyip 25-30 kişinin sıkışık tepişik bindiği vagon tipi teleferikle yaklaşık 1800 metre yukarı çıkıyoruz.

5-6 dakika süren teleferik yolculuğu çok zevkli. Ama o kadar sırada bekleyince dönerken de beklemeyi göze alamayınca tepede oyalanmadan aynı vagonla döndük. Oradan da setbaşına gidip Yeşil Türbe’ye gittik; ancak tadilatta idi. Civardaki kafelerde bir yorgunluk kahvesi içip terminale gitmek üzere tekrar merkeze döndük. Kalabalık, keyifli, tarihî aynı zamanda modern Bursa, gezilmesi gereken çok güzel bir şehrimiz.
Derya ÇÖLAŞAN

ÖZET

•Anlatmaya dayalı metinler; metnin konusuna, üslubuna ve amacına göre farklı adlar altında gruplandırılırlar. Görüldüğü üzere metinler nesnellik-özenellik, bireysellik-toplumsallık ve ifadede samimiyet resmiyet gibi özelliklere göre değişik başlıklar altında toplanmışlardır.

• Öğretici metinler de bu başlıklardan biridir. Okuyucuyu bilgilendirmek amacıyla yazılan makale, deneme, fıkra, eleştiri, anı, röportaj, gezi yazısı gibi türler öğretici yazılar başlığı altında toplanmaktadır.

•Öğretici metinlerin alelade yazılardan en büyük farkı; metni belli kısımlara bölerek verilmek istenen bilgiyi daha anlamlı ve öğrenmeyi kolaylaştırmak için daha sistematik sunmalarıdır.

Kaynaklar

Adalı, Oya, Anlamak ve Anlatmak, Pan Yayınları, İstanbul, 2003
Beyreli, Latif, Çetindağ, Zerrin, Celepoğlu, Ayşegül, Yazılı ve Sözlü Anlatım, PegemA Yayıncılık, Ankara, 2006
Ergin, Muharrem, Üniversiteler İçin Türk Dili, Bayrak Yayınları, İstanbul-2007
Gülensoy, Tuncer, Türkçe El Kitabı, Akçağ Yay. Ankara, 2010
Sevengil, Refik Ahmet, Her Gün Bir Ediple (Haz. Mustafa Kutlu) L&M Yayınları, İstanbul, 2004
www.tdk.gov.tr
Yalçın, Cevdet, Güzel Konuşma ve Yazma Kılavuzu, Platin Yayınları, Ankara,2005
Yalçın, Hüseyin Cahit, Edebuyatı Analıra, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2002

Yazılı Anlatım ve Türleri 1. Bölüm

Yazılı Anlatım ve Türleri 2. Bölüm

hikaye, hikaye oku, öykü, roman, masal, Hikaye – Öykü – Roman, Yazılı Anlatım ve Türleri, Reşat Nuri Güntekin,  Orhan Kemal, hikaye arşivi, öykü, arşivi, roman arşivi, masal, masal arşivi, Fabl, Destan, Hikaye, Roman, Fıkra, Eleştiri, Deneme, Sohbet, Röportaj, Haber Yazısı, Kişisel Hayatı Konu Alan Metinler, Anı (Hatıra), Gezi Yazısı (Seyahatname), Biyografi, Otobiyografi, Mektup, Günlük Tarihi Metinler, Felsefi Metinler, Bilimsel Metinler,

Bir Cevap Yazın