Dini Hikayelerden Seçmeler 2. Bölüm

Dini Hikayelerden Seçmeler 2. Bölüm

ALDATIVERDİM ELİN GAVURUNU

“Çanakkale savaşları sırasında, Türk birliklerinden saka eri Mehmet, bozuk ve dumanlı bir havada katırla çeşmeye su almaya gitmiş. Çeşme biraz uzaktaymış. Suları doldurup dönerken sis yüzünden yolunu şaşırıp İngiliz birliklerinin bulunduğu bölgeye dalıvermiş. İngiliz askerleri Mehmedi yakalamışlar.

Mehmed hiçbir telaş eseri göstermeden, ”Beni kumandanınıza götürün” demiş. Götürmüşler. İngiliz kumandanı karşısına çıkınca:

”Bizim kumandanın size selamı var, bugün her ne kadar savaş halinde isek de bu savaş bitince yine dost olur yüz yüze bakarız” dedi. ”Sizin tarafta su bulunmadığı için bu suları size gönderdi.” demiş. İngiliz kumandanı katırın sırtındaki suların boşaltılmasını ve yerine bisküvi, çikolata, konserve, vs. yüklenerek geri gönderilmesini emretmiş.

Bu arada Türk tarafındaki arkadaşları saka Mehmedin sis yüzünden İngilizlere esir düştüğünü düşünerek üzülüp duruyorlarmış. Derken Mehmet çıkagelmiş. Üstelik katır tahmin edilmeyen şeylerle yükletilmiş olarak.

Arkadaşları merakla, ”Ne oldu böyle Mehmet, anlat hele şunu” dediklerinde;

Mehmet ”Ne olacak” demiş,” Aldatıverdim elin gavurunu…!”

ANNESİNİ ÜZDÜ

Bir kadının bir oğlu vardı, oğlundan başka kimsesi de yoktu. Bütün günlerini onunla geçirir, varı yoğu oğluna en ufak bir zarar gelmesini istemezdi. Kadının bu oğlu bir gün tutturdu, illa da hacca gideceğim diyor başka bir şey demiyordu.

Annesi ağlamaya başladı. Çünkü oğlunun yanından ayrılmasına tahammül edemeyeceği gibi o gittiği taktirde yapayalnız kalacak ve kimsesizlikten belki de perişan olacaktı.

– Oğlum, Mekke dediğin şurası değil ki, ne zaman gidip geleceksin. Sen gittikten sonra ben ne yapacağım, etme eyleme, diye yalvardıysa da oğlu kararında ısrar etti ve hacca gitmek üzere yola çıktı ama, ananın da yüreği yanık kaldı.

Yalnız kalan anne üzgün bir kalple şöyle dua  etti:

– Ya rabbi, oğlumun ayrılığına dayanamayacağım… Söz dinletemedim, onu bir ikaz et de geri dönsün.

Oğul ananın bu yakarışlarından habersiz olarak yoluna devam ediyordu. Bir gece bir şehirde konaklamak için kalmaya karar verip kapısı açık olan bir mescide girdi. O şehirde de azgın bir hırsız evlere dadanmış, ne bulursa çalıyor, fakat hırsız bir türlü yakalanamıyordu. O gece gene hırsız bir eve girip mal çalmış ve kaçmıştı. Hırsızı takip etmeye başladılar, hırsız kaçıyor takipçiler onu kovalıyorlardı, derken hırsızın izini kaybettiler. Takipçiler buraya girmiş olabilir diye camiye daldılar. Baktılar ki orada bir adam var. Olsa olsa budur diyerek adamı yaka-paça reisin huzuruna çıkardılar.

Çünkü her gün hırsızlık vukuu bulduğu halde yakalayamıyorlardı. Bu sefer tamam dediler, bu şehri kasıp kavuran hırsız budur. Hırsızın gözünün oyulmasına karar verdi mahkeme. Gözlerini oyup bir merkep üzerine gezdirmeye başladılar. Hırsız (yani anasının sözünü dinlemeyen ve hırsız zannıyla yakalanan genci) gezdiren tellal şehir halkına teshir ediyor ve:

– Ey ahali iste sizin caninizi yakan, malinizi çalan hırsız nihayet yakalanmıştır; bundan sonra rahat edeceksiniz, diye bağırdıkça, genç, tellala şöyle bağırmasını rica ediyordu:

– Ey ahali işte anasının sözünü dinlemeyip de illa ben hacca gideceğim diye yola çıkanın hali budur, diye bağır diyordu ama derdini ta baştan kimseye anlatamamıştı ki, tellala anlatsındı.

Bütün şehri dolaştırdıktan sonra genci şehrin dışında bir yol kenarına attılar. Oradan geçenler genci memleketine getirdiler, evini bulmasını temin ettiler.

Genç adamcağız kendi evlerinin kapısına gelince ;”Hu'” diye seslendi. Tabii ki aradan hayli zaman geçtiği için saçı sakalı uzamış, üstü başı yırtılmıştı. Kapıyı açan yaşlı kadın oğlunu tanıyamadı. Bilmiyordu ki kapıya dilenci halinde gelen arkasından “Ya Rabbi oğlumu azarla da geri dönsün” diye yalvardığı kendi oğluydu.

– Sapa sağlam adamsın… Dileneceğine çalışıp da kazansana! dedi.

Genç:

– Çalışamam gözlerim kör, deyince yaslı kadın :

– Ne oldu gözlerine? Diye sordu.

Genç:

– Ne olacak, annemin hatırını kırdım sözünü dinlemedim. Allah da benim gözlerimi aldı, diye cevap verince, kadın anladı karşısındakinin oğlu olduğunu, başladı hüngür hüngür ağlamaya…

– Ya Allah’ım! Duam ağır olmuş, ben onun gözlerinin kör olması için dua etmemiştim, diye Allah’a yalvarmaya başladı.

Kadına gelen ilahi bir ses:

– Onun suçuna karşılık biz sadece gözlerini kör ettik, aslında anaya asi olanın cezası daha ağırdır. O buna şükretsin, diyordu.

Kadının oğlu dönüp gelmişti ama gözleri kör olduğu için hiç bir iş yapamıyordu. Kadın çok dua etti Allah’a … Allah’ın iyi bir kulu imiş ki, duası kabul olunarak gencin gözlerini Cenab-i Allah iade etti…

ALLAH, BİR ANNEDEN DAHA MERHAMETLİDİR

Bir savaştan sonra Medine’deki Mescid-i Nebeviye esirler getirilmişti. Esirler arasında bir kadın, Hz. Peygamberin dikkatini çekti. Bu kadın, heyecanlı bir arayış içindeydi. Kadın, bir çocuğu tutuyor, sinesine basıyor, kokluyor ve sonra bırakıyordu. Sonra kendi yavrusunu buldu, bağrına bastı. Onu tekrar tekrar öptü, kokladı. Peygamber Efendimiz, bu manzara karşısında duygulandı. Yanındakilere dönerek:

– Bu kadını görüyormusunuz? dedi. yanındakiler:

– Evet, Yâ Rasulallah, dediler. Peygamberimiz:

– Bu kadın, kucağındaki şu çocuğu ateşe atar mı? diye sordu. Onlar:

Hayır, Yâ Rasulallah, asla, cevabını verdiler. Efendimiz, bunun üzerine şöyle buyurdu:

O halde biliniz ki, Allah’ın kullarına olan merhameti, bu kadının çocuğuna olan merhametinden çok daha fazladır.” (Riyazus Salihin)

İSLAM ADALETİNDE İLTİMAS OLMAZ

Meşhur İslam hukukçusu, Übeyy bin Ka’b ile Hz. Ömer (ra) arasında bir dava vardır. İkisi de haklı oldukları kanaatindedirler.

Übeyy bin Ka’b, Medine hakimi Zeyd bin sabit’e müracaat ederek:

“Halifeden davacıyım, davamıza bak ve kimin haklı olduğunu ayırt et” diyor.

Bu müracaat üzerine hakim Zeyd bin sabit, bir davetiye ile halife Hz. Ömer’i derhal mahkemeye çağırıyor ve:

“Hakkında şikayet var! Kur’an namına seni mahkemeye çağırıyorum” der. Mü’minlerin halifesi koca Ömer (ra), davetiyeyi alır almaz hemen yola düşer; Kur’an namına çağrıldığı mahkemeye girer. Halifeyi gören Zeyd bin Sabit:

– Ya emirel mü’minin, buyur, şöyle yakınıma gel! deyince, bu davete halife hiddetlenir,

– Bana yakınında yer gösterişini, taraf tutmanın ilk işareti olarak kabul ediyorum. Kur’an namına hükmeden hakimin vazifesi, halifeye hürmet değil, Kur’an’ın emrine riayettir! Kur’an’ın emri ise hakimin huzurunda halife ile herhangi bir şahsın asla farklı olmadığıdır. Sen ise, beni davacının bulunduğu yere değil de, kendi yanına çağırıyorsun… Bu ne hal?…

Halifenin bu derece hiddet ve gazabına rağmen, hakim Zeyd bin Sabit, gayet sakin ve gülümseyerek:

– Anlatayım, ey mü’minlerin emiri, diyor. Sana yakınımda yer gösterişim, tarafını tutacağımdan dolayı değildir. Çünki, Allah’a ve ahiret gününe imanı tam olan bir hakimin taraf tutmasına imkan yoktur. Seni yakınıma şunun için çağırdım: Vereceğim hükümlerin, ahirette beni mahkum etmemesi için son derece dikkatli olmaya mecburum. Bunun için de ifade alırken, şikayet edileni en yakınıma çağırıyorum; sorularıma cevap verirken göz ucu ile de hareketlerini yakından takip edeyim de suçluluk ruh halinde olup olmadığını daha sağlam olarak tespit edeyim; maksadım budur, der.

Bu cevaptan memnun olan halife, ellerini kaldırarak:

-Yâ Rabbi, diyor. Görüyorsun ya, ne ben halifeyim diye hususi muamele istiyorum, ne de senin kitabınla hükmedenler halifeden korkarak iltimas etmek düşüncesini taşıyorlar. Hakimlerine baskı yapan devlet reislerinden olmadığım için, Sana ne kadar hamdu senalar etsem azdır, diyerek şu hadisi-i şerifi okuyor:

“İnsanlar arasında iki sınıf vardır ki, onlar iyi olurlarsa bütün insanlar iyi olur; onlar kötü olurlarsa bütün insanlar kötü olurlar. Onlar da, alimler ve âmirlerdir.  Yani ilim adamları ve idarecilerdir.)

İşte, İslamın ibadet düşüncesiyle yaşandığı günlerde adalet böyleydi.” (Ahmet Şahin)

hikaye, hikaye oku, dini hikaye, dini hikayeler, dini hikaye arşivi, dini hikaye örnekleri, 

Bir Cevap Yazın