Dini Hikayelerden Seçmeler 3. Bölüm

Dini Hikayelerden Seçmeler 3. Bölüm

Dini Hikaye: BEREKET

Adamın biri İbrahim bin Ethem hazretleri ile tartışır; 
– “Bereket diye bir şey yoktur, inanmıyorum” der.
– “İbrahim Ethem: Koyunları ve köpekleri görüyor musun?” der.
Adam:
– “Evet”
İbrahim Ethem: – “Hangisi daha çok doğurur?” Adam:
– “Köpekler yediye kadar, koyun ise en fazla üçüz doğurur” der.
İbrahim Ethem:
– “Etrafına baktığında hangilerinin daha çok olduğunu görürsün?”
Adam:
– “Koyunlar çoktur” der.
İbrahim Ethem:
– “Peki, sürekli kesilen ve sayısı azalan koyun değil mi!?”
Adam:
– “Evet” der.
İbrahim Ethem:
– “İşte bereket budur!…
Adam:
– “Niye böyle olur, Koyun neden köpeklerden daha fazla olur?” diye sorunca;
İbrahim bin Ethem der ki:
-“Çünkü koyunlar gecenin ilk saatlerinde yatar, şafaktan önce de kalkarlar. Böylece rahmet bereket saatini idrak eder ve üzerlerine bereket yağar. Ama köpekler, gece boyunca havlarlar. Sonra şafak vakti yaklaştığında düşer yatarlar. Böylece rahmet saatini idrak etmezler ve bereketleri alınır…”

İmam-ı Gazali diyor ki: “Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına vesile olur. Bereketli olmayan çok mal vardır ki, sahibinin dünyada ve ahirette felâketine sebep olur. O halde malın çok olmasını değil, bereketli olmasını istemelidir.”

Dini  Hikayeler “ÂDEM İLE HAVV”

(İnsanın İlk Babası)

Çok eski zamanda, şimdi üzerinde yaşadığımız bu yeryüzünde hiç kimse yoktu….

Allah, kendisini tanıyıp, ibâdet etsinler ve yeryüzünü imâr edip onu ekip biçsinler diye insanları yaratmak istedi. Meleklere:
— Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, dedi. Melekler:

— Orada bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birini mi yaratacaksın yâ Rabbi… Oysa biz seni överek yüceltiyor ve dâima itaat ediyoruz, dediler. Allah:

— Ben sizin bilmediklerinizi bilirim… diye cevap verdi. Melekler sustular sonra birbirlerine:

— Şüphesiz ki Rabbimiz herşeyi bilir, faydasız hiç bir şey yaratmaz… dediler.

Sonra Allah onlara:

— Ey meleklerim! Ben o insanı topraktan yaratıp, rûhumdan üfleyip şekiklendirerek can verdiğim zaman hepiniz ona secde edip, gönüllü saygı göstereceksiniz’ buyurdu. Melekler hep birden:

Ey yüce Rabbimiz, emrini dinler ve Sana itaat ederiz… dediler.

Ancak Allah’ın bu emri şeytanın hoşuna gitmemişti. Kendini çok beğeniyor, büyükleniyor ve Allah’ın yarattığı varlıkların en üstünü olduğunu sanıyordu.

Nihâyet Allah, Âdem Peygamber’e rûhündan üfledi ve onu olgun bir canlı varlık, yani insan olarak yarattı. Melekler hemen Adem’e secde ettiler. Şeytan ise büyüklenip isyân etti. Böbürlenip Adem’e secde etmekten kaçındı. Böylece Allah’a karşı gelenlerden oldu.

Yüce Allah ona :

— Niçin emrimi dinlemedin, secde etmene engel olan nedir? diye sordu. Şeytan :

— Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. Ben ondan daha üstünüm, diye cevap verdi.

Bunun üzerine Yüce Allah öfkelenip onu cennetten kovdu:

— İn oradan, defol!.. Sen artık alçağın biri oldun… Büyüklenmek sana düşmezdi, buyurdu.

Yüce Allah’ın gazâbına uğrayıp bir anda cennetten kovulan şeytan ne yapacağını şaşırmıştı. Şöyle dedi:

— Ey Rabbim! Beni, Âdem’in yüzünden cennetten kovdun. Öyleyse ben de onu ve evlâdını doğru yoldan saptırıp kötülük edeceğim, onlara ahlâk ve terbiye dışı şeyler öğreteceğim.

Yüce Allah şöyle buyurdu :

— Ey cennetimden kovulan ve rahmetimden uzaklaştırılan şeytan! Ben, topraktan yarattığım Âdem’e ve evlâdına akıl verdim. Bu sâyede iyiliği kötülükten ayırır ve seni dinlemezler. Onlardan sana uyanlar ise kendilerinden sorumludur, onları cezalandırır cehenneme atarım. Ama iyi bil ki akıllı ve iyi kullarımı doğru yoldan asla çıkaramazsın. Sana kıyamet gününe kadar müsâde ediyorum…

Her şeyi en iyi bilen Ulu Allah, Âdemin, meleklerden daha bilgili ve insanın Allah katında daha üstün bir varlık olduğunu göstermek istedi. Karşılarına çeşit çeşit hayvanlar ve kuşlar çıkarıp :

— Meleklerim! Haydi şu gördüklerinizin adlarını bana söyleyin… buyurdu. Melekler:

— Ey Rabbimiz! Her şeyi bilen ancak Sen’sin. Biz Sen’in bildiklerinden başkasını bilemeyiz, dediler.

Bu sefer Yüce Allah, Âdem’e dönüp :

— Ey Âdem, bunların adlarını meleklere söyle, dedi. Hazret-i Âdem kendisine sunulan her hayvanın adını bir bir söyleyince, Allah :

— Ey meleklerim, gördünüz mü? Ben size, göklerde ve yerde, gizli ve açık her ne varsa bilirim, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğımuz şeyleri de bilirim, dememiş miydim?., buyurdu.

Sonra Allah, Âdem’i cennete koydu, îlk insan olarak Hazret-i Âdem orada tek başına yaşıyor, cennetin meyvelerinden yiyip, sularından içiyordu. Fakat kendisiyle konuşup muhabbet edecek, kendi cinsinden bir kimse bulamıyordu.

Bunun üzerine Yüce Allah ona acıyıp, beraber yaşasınlar diye, ona kendi cinsinden bir eş yaratmak istedi.

Bir gün Hazret-i Âdem uyudu, sonra uyandı, yanında önceden hiç görmediği bir kadının oturduğunu gördü. Şaşırmıştı :

— Sen kim sin? Adın nedir? diye sordu. Kadın cevap verdi:

— Bir kadınım. Fakat adımı bilmiyorum.

Hazret-i Âdem ona sevinçle ve dikkatle baktı, kadının canlı olduğunu ve hareket ettiğini görünce, heyecân içinde haykırıp:

— Sen Havva’sın, dedi.

Bu sırada Melekler Âdem’e gelip, ilminin miktarını öğrenmek için ona eşini sordular:

— Söyle bakalım yâ Âdem, onun adı nedir? dediler. Hazret-i Âdem de :

— Onun adı Havva’dır, diye cevap verdi.

Artık Âdem ile Havvâ cennette huzûr ve mutluluk içinde beraber yaşıyorlardı. Güvenlik ve esenlik içinde idiler. Yorgunluk ve korku nedir bilmiyorlardı. Canlarının istediği her şeyi yiyip içiyorlardı.

Bir ara Yüce Allah, Âdem’e şöyle dedi;

— Ey Âdem! Eşin ve sen cennette kal, orada olandan istediğiniz kadar bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz.

Allah onların, bütün ağaçlardan yemelerine müsâade etmiş, ancak bir ağacı onlara yasaklamıştı. Bu, Yüce Allah’­ın insana nefsini tutmasını ve irâdesini kuvvetlendirmesini öğretmek içindi. Âdem ile Havvâ, Yüce Allah’ın sözünü dinlediler ve cennette mutluluk içinde yaşayıp ni’metlerden yararlandılar.

— Ey Âdem! Doğrusu bu, senin ve eşinin düşmânıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursunuz. Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın, orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın.

Âdem ile Havvâ bir müddet cennette huzûr içinde yaşayıp kaldılar. Fakat şeytan boş durmuyor, çeşitli hileler düşünüyordu. Bir defasında yanlarına kadar sokulup fısıldadı:

— Ey Âdem… Sana, sonsuzluk ağacını ve ebediyyen sürecek bir saltanatı göstereyim mi? Âdem, şeytana bakıp :

— Nedir o? Göster bakalım, dedi.

Şeytan parmağını uzatmış, Allah’ın yasakladığı ağacı gösteriyordu. Âdem ona inanmadı, yanından kovdu. Fakat şeytan usanmıyor, bıkmıyordu. Tekrar yanlarına gidip şöyle fısıldadı:

— Rabbiniz size bu ağacı niçin yasak etti, biliyor musunuz? Eğer onun meyvesinden yerseniz, melek olursunuz veya burada temelli kalırsınız. İşte bunu önlemek için onu size yasakladı. İyi düşünün, haydi yiyin o meyveden.

Hazret-i Âdem, şeytanı dinlemeyip ondan uzaklaştı.

Şeytan ise arkasından koşup, şöyle diyerek Allah’a yemin ediyordu :

— Bana inanın, doğrusu ben size güzel bir öğüt veriyorum.

İblis, Allah’a yemin edince, Âdem ile Havva kendi kendilerine derin derin düşünüp :

— Bir kimsenin yalan yere Allah’a yemin etmesi mümkün değildir. Belki doğru söylüyor, dediler. Sonra gidip, Allah’ın kendilerine yasak ettiği ağacın meyvesinden yemeye başladılar.

Meyve karınlarına inince, birden kendilerini çırılçıplak olmuş gördüler. Çok utandılar. Utanç ve keder içinde, muz ağacının geniş yapraklarını koparıp, onlarla örtünmeye çalıştılar. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Allah’dan utanıp uzaklara kaçtılar. Çünkü Yüce Allah onları görüyor, yasaklanmış ağaçtan yemekle kendisine karşı geldiklerini biliyordu.

Âdem’in kaçıp gittiğini gören Yüce Allah ona seslenip:

— Ey Âdem! Benden mi kaçıyorsun? diye sordu. Hazret-i Âdem :

— Hayır yâ Rabbi.. Senden kaçamam. Fakat yaptığımdan dolayı senden utanıyorum , diye cevap verdi.

Allah:
— Ben sizi o ağaçtan men etmemiş miydim? Şeytanın apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim? Neden emrimi dinlemediniz?, buyurdu. Hazret-i Âdem ve Havvâ :

— Yâ Rabbi, bizi bağışla… Bizi affet… dediler.

Yüce Allah onlara :

— Ben size emrettim, siz ise benim emrime karşı geldiniz, buyurdu.

Âdem ile Havvâ yalvarıp :

— Ey Rabbimiz! Kendimize yazık ettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ki büyük ziyâna uğrayanlardan oluruz, dediler.

Yüce Allah, Hazret-i Âdem’e :

— Sana en büyük ni’metim olan cenneti verdim. Her dilediğini ihsân ettim, sana verdiklerim yetmiyor muydu ki bu ağaca yaklaştın? buyurdu.

Adem:
— İzzetine and olsun ki, bir kimsenin senin adınla yalan yere yemin edeceğini sanmamıştım, dedi.

Yüce Allah, ağlayıp sızlanan Âdem’e,

— İzzetime and olsun ki, muhakkak yeryüzüne ineceksin, hayâtını ancak yorgunlukla ve ter dökerek kazanacaksın, dedi.

Sonra yüce ve ulu olan Allah, Hazret’i Âdem’e, Havva’ya ve hâin şeytana hitaben:

— Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Orada bir müddet için yerleşip geçineceksiniz, diye buyurdu.

Yüce Allah, kendisine kızdığı ve cennetten kovduğu için Hazret-i Âdem çok üzülmüştü. Bütün yaptıklarma pişmân olup ağlamaya başladı.

— Yâ Rabbi beni af eyle, Yâ Rabbi beni bağışla, diye yalvarıyordu. Sonunda Allah ona rahmet edip tevbesini kabûl etti, onu bağışladı.

Şüphe yok ki Allah, hatâsına pişmân olup tevbe edenleri af eder. O, çok merhamet sâhibidir.

Yazarlar:

Seyyid KUTUB – A. Cûde Es-SEHBÂR

Arapça Aslından Türkçeye Çeviren:

Arif Erkan (Kocaeli Merkez Vâizi)

Gerçek Hikaye  “Nil Nehrine Bırakılan Bebek”

Gerçek Hikaye: Mısır hükümdarı Firavun, bir gece rüyasında bir ateşin tahtını yerle bir ettiğini gördü. Etrafındaki insanlar bu rüyayı, doğacak bir erkek çocuğun Firavun’u tahtından indireceği şeklinde yorumladı. Bu sebeple Firavun, o yıl doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti.

O yıl doğan bebeklerden birisi de Musa idi. Bu yüzden onun hayatıda tehlike altındaydı. Musa’nın annesi, bebeğinin hayatını nasıl kurtaracağını düşünürken Allah ona şu bilgiyi verdi:

“Onu emzir. Başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman da onu suya bırak. Üzülme, korkma. Çünkü biz, onu sana geri vereceğiz.” (Kasas Sûresi, 7. Âyet)

Annesi, bebeğini şefkatle emzirdi. Sevgili yavrusunu öptü ve onu Rabbine emanet ederek bir beşik içinde Nil nehrine bıraktı. Musa’nın kız kardeşi henüz çocuktu. O da suyun üzerinde akıp giden beşiği gizlice takip etti. Nehrin akıntısında sürüklenen beşik, Firavun’un sarayının önüne kadar geldi. Firavun’un karısı Asiye, nehir kıyısında gezerken sudaki beşiği fark etti ve yanına yaklaşıp örtüyü açtığında çok şaşırdı. Çünkü beşikte sevimli bir bebek, olup biten her şeyden habersiz bir şekilde uyuyordu. Hemen bebeği kucağına aldı. Kendi çocuğuymuş gibi ona bir anda içi ısınmıştı. Kocası Firavun’un yanına gitti. Bu çocuğu çok sevdiğini söyleyip, ona kötü bir şey yapmamasını istedi.

Firavun’un ikna olmasıyla Musa, sarayda yaşamaya başladı. Ama bebeğin sağlıklı beslenmesi için anne sütü gerekiyordu. Ülkenin her tarafına bir sütanne arandığı duyuruldu. Ancak bebek, hiçbir kadının sütünü kabul etmiyordu. Musa’nın kız kardeşi saraya gelerek onu emzirebilecek bir sütanne bildiğini söyledi. Böylece Musa’nın kendi annesinin çağrılmasını sağladı. Durumu haber alan Musa’nın annesi saraya giderek bebeğe sütannelik yapmak istediğini söyledi. Bebek, annesinin sütünü kabul etmişti. O kadının Musa’nın öz annesi olduğunu bilmiyorlardı. Ama Allah, tevekkül ve sabır gösteren anneyi yavrusuna kavuşturmuştu. Böylece Musa, Firavun’un sarayında öz annesiyle birlikte büyümeye başladı.

Musa, dürüstlüğü ve güzel ahlâkı ile çevresindeki insanları etkileyen bir genç olmuştu. Daha sonra Allah, Musa’yı peygamber olarak görevlendirdi ve ondan zalim Hükümdar Firavun’a giderek dinini anlatmasını istedi. Hazreti Musa, kendisi gibi peygamber olan kardeşi Hazreti Harun’la beraber Firavun’a gitti. Onu, Allah’ın varlığını ve birliğini tanımaya, sadece Allah’a inanmaya çağırdı. Ancak Firavun bu çağrıyı reddetti. Hazreti Musa’ya peygamber olduğunu ispatlaması için bir mucize göstermesi gerektiğini söyledi.

Allah, Hazreti Musa’dan elindeki asâyı yani bastonu yere atmasını istedi. Asâyı atınca asâ bir yılana dönüştü. Firavun bunu bir sihir zannetti ve derhal sihirbazlarını çağırarak onlara “Hemen Musa’nın sihirlerini yok edin!” diye emir verdi. Sihirbazlar bütün hünerlerini gösterdiler. İplerin ve ağaç dallarının yılancıklar gibi yerde kıvrılmasını sağladılar. Ancak Hazreti Musa’nın asâsı bütün sihirleri yuttu ve yok etti. Sihirbazlar Hazreti Musa’nın yaptığının sihir olmayıp Allah’tan bir mucize, yani insanın yapamayacağı harika bir olay olduğunu anlayınca Allah’a iman ettiler. Fakat Firavun iman etmedi. Kendisini bırakarak Allah’a gönülden bağlanan sihirbazları zalimce cezalandırdı.

Hazreti Musa halkını yanına alarak Mısır’dan çıkmaya karar verdi. Bunu haber alan Firavun, onları yok etmek için ordusuyla peşlerine düştü ve Kızıldeniz kıyısında onlara yetişti.

Hazreti Musa, Yüce Allah’a kendisine yardım etmesi için dua etti. Allah, ona elindeki asâyı denize vurmasını emretti. Asâsını denize vurunca deniz ikiye ayrıldı. Bunun üzerine Hazreti Musa ve yanındakiler denizde açılan yoldan karşı kıyıya geçtiler. Firavun ve ordusu da bu yoldan geçmek isteyince, deniz tekrar birleşti. Firavun ve ordusu dev dalgalar arasında boğuldu. Böylece Allah kendisine inananları, inkâr edenlerin kötülüklerinden korudu.

Hz. Musa İsrailoğulları’na gönderilen peygamberlerden üçüncüsüdür. Hz. Musa, Yakup peygamberin neslinden gelen bir peygamberdir. Annesinin adı İmran, kardeşinin adı ise Harun’dur. Mısır’da doğmuş ve yaşamıştır. İsrailoğulları’na yapılan zulümler sebebi ile peygamber olarak Mısır’a gönderilmiştir. Hz. Musa Allah ile konuştuğu için de “Kelimullah” sıfatına layık görülmüştür.

Dini Hikaye: Hazreti Nuh’un Gemisi

Hazreti Nuh’un Gemisi: İnsanlar, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den sonra, Allah’a ibadet etmeyi bırakarak kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmaya başlamışlardı. Güçlü ve zenginler, zayıf ve korunmaya muhtaç olanları eziyordu. Merhameti ve iyilik yapmayı unutmuşlardı. Bu yüzden toplumda barış ve huzur kalmamıştı.

Allah, o toplumda yaşamakta olan Hz. Nuh’u seçerek peygamberlikle görevlendirdi. Hz. Nuh, kimseye haksızlık etmeyen, herkesin güvendiği ve sevdiği bir kişiydi. Muhtaç olanlara elinden geldiği kadar yardım eder, doğru bildiğini çekinmeden söylerdi. Hz. Nuh, peygamber olduktan sonra çevresindeki insanları Allah’a inanmaya ve sadece O’na ibadet etmeye çağırdı. Onlar Hz. Nuh’un bu güzel çağrısını kabul etmedikleri gibi onunla alay ettiler. Ona, “Sen de bizim gibi bir insansın, sana neden inanacakmışız?” dediler. Hz. Nuh’un bütün çabasına rağmen çok az kişi Allah’a iman etti. Diğerleri putlara tapmaya, kötülük ve zalimlik yapmaya devam ettiler.

Hz. Nuh, her şeye rağmen sabırla halkına güzel öğütler vermeye devam ediyordu. Bir gün ellerini açıp Allah’a şöyle dua etti: “Ya Rabbi, benim sözlerimi yalanlıyorlar, bana yardım et!” Bunun üzerine inkâr edenler Nuh Peygambere, “Kendisinden yardım istediğin Rabbin bizi cezalandırsın da görelim.” diyerek meydan okudular.

Hz. Nuh’a ve ona inananlara yapılan baskılar artık dayanılmaz hâle gelmişti. Bunun üzerine Hz. Nuh, “Rabbim, beni ve iman edenleri kurtar!” diye dua etti. Allah, Nuh Peygambere bir gemi yapmasını bildirdi. O güne kadar hiç gemi yapılmadığı için kimse gemi yapmayı bilmiyordu. Allah ona, geminin nasıl yapılacağını öğretti. O da ormandan ağaçlar getirerek büyük bir gemi yaptı. Gemi tamamlandıktan sonra Allah, Hz. Nuh’tan iman edenleri gemiye bindirmesini istedi. Ayrıca gemiye her hayvandan birer çift
almasını emretti.

Ertesi gün gökyüzü kara bulutlarla kaplanmıştı. İnsanların yüreğine korku salan şimşekler çakıyordu. Çok geçmeden âdeta bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Yağmur dinmek bilmiyor, yağdıkça yağıyordu. Her yeri sular kapladı. Hz. Nuh kurtulabilmeleri için herkesi gemiye binmeye çağırdı. İnkâr edenler ise dağlara doğru kaçarak kurtulacaklarını söylediler ve gemiye binmek istemediler. Ancak bu onları kurtarmaya yetmedi. Yağmur öylesine yağdı ki, bir karış toprak kalmayıncaya dek her yer sularla kaplandı.

Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeyen, kötü işler yapan herkes tufanda boğuldu. Yalnızca Hz. Nuh ve Allah’a iman edenler kurtuldu. Sular yavaş yavaş çekildi. Dağlar, ovalar yeniden ortaya çıktı. Yeryüzünde yeni bir hayat ve insanlık için yeni bir dönem başladı.

Dini Hikaye: “Hak Yolun Yolcuları”

Dini Hikaye: AÇ GÖZLÜ BİR DİLENCİ, mübarek bir zattan ısrarla para istedi. O zatın o gün için ona verecek herhangi bir şeyi yoktu. Kemeri de, cebi de bomboştu. Halbuki, eğer parası olsaydı, onun yüzüne altın saçacak kadar cömert biriydi.

O çirkin huylu dilenci, o mübarek zattan bir şey koparamayınca, suratını asarak yanından uzaklaştı. Bir yandan da söyleniyordu. Çarşıya geldiğinde ise, yüksek sesle bağırıp, gönül dostu adama hakaret ve iftiralar yağdırmaya başladı.

“Bu dervişler, bu Allah dostu görünen adamlar, sessiz akreplere benzerler, ucuz elbiseler giymiş yırtıcı kaplanlar gibidirler. Kedi gibi sessiz ve hürmetkar bir vaziyette diz üstü oturur, her şeye katlanmış, boyun eğmiş gibi görünürlerse de, bir av görünce köpek gibi atılırlar. Bunlar hilekârlık dükkanını mescitlere açmışlardır, çünkü evlerinde daha az av düşer. Kervanların yolunu eşkıya keser, halkın elbisesini bunlar soyarlar.”

Dilencinin hakaretleri bitmek bilmiyor, uzadıkça uzuyordu. Esnaf dükkanlarının önüne çıkmış, bu âdi adamın sözlerini nefretle dinliyordu.

“Aklı karalı paçavraları birbirlerine dikerek, kırk yamalı elbiselerle sermaye topluyorlar, evleri altın hazinelerine dönmüştür! Bunlar dünyayı dolaşan harman çingenesidirler. Sahtekârlar, buğday gösterip arpa satarlar! Sen onların ibadet ederken halsiz ve ihtiyar göründüklerine bakma! Cezbeye sıra geldi mi çevikleşir, birdenbire delikanlı olurlar. Sıra raksa geldi mi ayağı kalkar, namazı ise oturarak kılarlar. Bu kadar sararıp solmuş, bu kadar zayıflamış görünmelerine rağmen, oburlukta Musa’nın asâsına benzerler. Ne bulurlarsa yutarlar!”

Dilenci, müşterisinin çoğaldığını gördükçe hakaretlerinin dozunu artırıyordu:

“Bunlar ne günahtan sakınırlar, ne de âlimdirler! Dünyaları karşılığında dinlerini satmaktan çekinmezler. Kaplan postu gibi kırk yamalı hırkalar giyseler de, karılarının elbiseleri Habeş kumaşından yapılmıştır. Sünnet namına iki şey bilirler. Birisi kuşluk vakti uyumak, öbürü de sahur yemeği yemek. Karınlarını boğazlarına kadar tıka basa doldurup, yetmiş renkli dilenci torbalarına benzerler!”

Ayıp arayanın gözleri hüneri görmez.

Yüzsüz adamın, başkasının şerefinden endişesi olur mu?

Onun bu saçmalarını işiten esnaftan biri, doğruca Efendi Hazretlerine koştu. Onun sözlerini büyük bir heyecanla anlattı. Aslında iyi bir iş de yapmadı.

Kötünün biri, beni arkamdan çekiştirmiş olsa, o söz söylenmiş, bitmiş, geçip gitmiştir. Onun sözünü bana taşıyan kimse, söyleyenden daha büyük bir kötülük yapmış sayılır.

Biri ok atıyor, ama attığı ok yere düşüyor; bu benim vücudumu incitmez, bana azap vermez. Fakat o oku sen alır, getirir de böğrüme saplarsan, oku sen atmış olursun!

Söylenenler kendisine anlatılınca, o güzel tabiatlı gönül adamı bu sözleri gülerek karşıladı:

“Dilencinin söyledikleri önemli değil. Bundan daha kötülerini söylemişse onları da anlat. Zira o adamın benim kötülüğüm üzerine anlattıkları çok noksandır, benim bildiklerimin yüzde biridir.

O adam, söylediklerini tahminde bulunarak söylemiştir. Oysa ki ben, o kötülüklerin nefsimde var olduğunu kesinlikle bilmekteyim. O benimle daha yeni tanıştı, benim yetmiş senelik ayıbımı nasıl bilebilir?

“Benim ayıp ve kusurlarımı, Allah müstesna, benden daha iyi kimse bilemez.

“Bu adam ne kadar iyi niyet sahibi biriymiş ki, benim ayıplarımı ancak bu kadar sanmıştır. Kıyamet gününde, eğer benim günahlarıma şahit olacak olursa, Cehennemden korkmam.”
* * *
Hak yolunun erleri, belâ okuna nişangâh oldukları için bulundukları makamlara varmışlardır.

Veliler, edepsizlerin kahrına sabır gösteren insanlardır. O makama yükselmek istiyorsan, bırak halk seni insafsızca eleştirsin.

Ey benim hata ve kusurlarımı araştıran kimse, bana gel, benden sor. Onun tamamını gösteren listeyi sana ancak ben verebilirim!

Kaynak: Bostan ve Gülistan – Seçme Öyküler – Şeyh Sâdi Şirâzî

Dini Hikaye: Yaşanmış, Gerçek, Dini Hikaye

Bir sofi kardeşimiz yaşamış olduğu geçek hikayesini anlatıyor;

“Bir gün yine madde almıştım. Kendimde değildim. Yolda yürürken, ezan sesini duydum. İçime bir ürperti geldi.

İrâde dışı, ezanın okunduğu câmiye yöneldim. Mahallemin eski câmilerinden biri. Baktım, namaz kılınıyor. İçime, câmiye girme isteği geldi.

Nasıl oldu bilmiyorum, bildiğim kadarıyla hemen abdest alıp; farzın ortasına yetiştim. İmam namazı bitirince; ben de selâm verdim(!). Yanımdakiler;

– Kafası kıyak gâlibâ.! diye söyleniyorlardı. Ben bilmiyordum; ilmihâl bilgim yoktu. Ama doğru; kafam kıyaktı. Beni mahalleden tanıyanlar bana;

‘Bunun burada işi ne.!” gibisinden bakıyorlardı. Ben kimseye aldırış etmedim. Kalktım, namaz kılmaya başladım. Beni, değişik bir hâl kapladı. Kendimden geçmişçesine namaz kıldım.

İmam, câmiyi kitlemiş, bana dokunmamış. Ben farkında değilim. Vakit yatsıydı. Ben, gece yarısına kadar namaz kılıyordum. Kaç rekât kıldım bilmiyorum.

Sonra; namaz kılarken imamın sohbet ettiği kürsünün altına, bir musalla taşı getirdiler. Sonra, sarıklı cübbeli, heybetli bir muhterem;

– Cenâzeyi getirin.! dedi. Baktım; cenâze ben.! Beni yıkıyorlar. Ben ağlıyordum;

– Ölmedim.! diyordum.

Arkamdan, ağlama sesleri geliyordu. Ben hem namaz kılıyordum; hem izliyor, hem ağlıyordum. Beni o zât bir güzel yıkadı ve gitti. Sabah olmuş. Ben uyuya kalmışım. İmam;

– Kalk Mustafa; hadi abdest al, yanıma gel, dedi.

Abdesti aldım; namazı kıldık. Cemaatle, hoca; bendeki değişik hâli anladılar. Bir şey de sormadılar. Hocaya;

– Hocam; ben câmiyi boyamak istiyorum. Malzeme alın bana yeter, dedim. Hoca;

– Tamam, dedi.

Malzemeyi aldılar. Ben, üç hafta câmiden dışarı çıkmadım. Devamlı boya yaptım. Eski kötü arkadaşlarım bana;

– Kafayı mı yedin; Sen iyi değilsin. Gel dolaşalım.! dediler. Ben, onları;

– Beni yalnız bırakın,

diye reddedip kovdum. İş bitti, hoca;

– Sana ne vereceğiz.? dedi.

– Ben bunu Allah için yaptım; ücret istemem, dedim.

Zorla vermeye çalıştı; almadım.

– Cemaat senin için para topladı; al, dedi. Ben;

– Almam.! deyince;

– Sana başka yerde iş verelim, dediler.

– Olur, dedim.

Mahallenin muhtarına gittik. Muhtar;

– Postane boyanacak; boyar mısın.? dedi.

– Boyarım, dedim. Orayı da boyadım. Boyarken de camiye cemeate gitmeye devam ettim

Sofiler vardı.

– Menzile Kafile  yapıyıruz diye konuşuyorlardı yanlarına gittim;

– Nedir bu Menzil neresidir? diye sordum.

Anlattılar. Ben;

– Kafilede yer varsa benide alın, dedim.

– Tamam dediler.

– Otobüs ücreti kaç lira, dedim

– Elli lira kurban,  dediler.

– Tamam bana gidiş dönüş yer ayırın, dedim.

Sözleştik iş bitince, Muhtar;

– Sana ne verelim Mustafa, dedi.

Bana birşey vermeyin benim kafile paramı verin yeter, dedim.

Muhtar;

– Çok az Mustafa sen en az dörtyüz liralık iş yaptın, dedi.

– Ben istemem bana kafile paramı verin yeter, dedim.

– Tamam Sen bilirsin, dediler.

Menzile gidince, camiye girdim birden herkes Güürrr diye ayağa kalktı.

Ve O YÂR (k.s) geldi. Ben onu görünce feryat ettim bu beni yıkayan zattı.

Ben mi onu sevdim,  O’mu beni sevdi bilmiyorum ama o günden bu güne bu kapıdayım kurban.

Elhamdulillah…

Dini Hikaye: Mal ve Servetin Bekçisi Zekat

Bir gün etrafında halkalanan sahabilere Peygamber (s.a.v) “zekat, mal ve servetin koruyucusudur, bekçisidir” diyen hadisi anlatırken yanlarına bir Hristiyan tüccar uğradı. Zekat hakkında Peygamberimizin bütün söylediklerini dinledikten sonra kalkıp giderek zekatını verdi.

Bu Hristiyan tüccarın bir de ortağı vardı ki, o sırada Mısır’a ticarete gitmişti. O devirde ticaret kervanlarla yapıldığından hırsızlar, sürekli olarak kervanların yolunu kesip paralarını soyuyorlardı. Tüccar da içinden şöyle geçirmişti. “Eğer Muhammed’in söyledikleri doğru ise ortağım malı ile birlikte sağ salim döner, ben de iman edip Müslüman olurum. Yok eğer Muhammed yalan söyleyip de milleti kandırıyorsa, ortağım sağ salim dönmez onu yolda hırsızlar soyarlar ki, ben de o zaman kılıcımı çekip Muhammed’e cevap vereceğim.”

Bir aralık kervandan bir mektup gelir. Hırsızlar kervanın yolunu kesmiş, bütün ağırlıklarını soyup kaçmışlar. Ne mal, ne elbise, hiçbir şey bırakmamışlar.

Mektubun bu satırlarını okur okumaz derin bir üzüntüye gark olan Hristiyan tüccar hemen kılıcını kuşanır, Peygamber’e savaş açmak üzere yola koyulur. Tam yola çıkacağı sırada ortağından ikinci bir mektup alır, “Arkadaşım, sakın üzülme” der. Hırsızlar kervanın önünü kestiklerinde ben kervanın epey arkasındaydım. Bana hiç bir şey olmadı. Ben ve bütün mallarımız kurtulduk. Yakında geleceğim, selamlar…”

Bunun üzerine Peygamber‘in hak ve doğru söylediğine inanan Hristiyan tüccar, Peygamber’e (s.a.v.) vararak, “Ey Allah’ın Rasulü!..” der. “Bana İslamiyeti açıklayın iman edeceğim.”

Açıklanınca da imana gelerek, İslam bayrağı altına girer.

Ravzatül Ulema

Bostan ve Gülistan, Seçme Öyküler, Şeyh Sâdi Şirâzî, Dini Hikayeler, Dini, veli, Dilenci, Ahiret, kıyamet, ceza, ceza günü, günah, sevap, dedikodu, hz Nuh, Nuhun Gemisi, Hazreti Nuhun demisi, hikaye, dini hikaye, islami hikaye, dini öykü, islami öykü, dini okuma parçası, okuma parçası, islami okuma parçası, hikaye, hikaye oku, dini hikaye, islami hikaye, hz Musa, Hz Musa nın hikayesi, kızıl deniz, firavun, mısır, peygamber, dua, iman, Kasas Suresi, gerçek hikaye, gerçek dini hikaye, mısır hükümdarı, nil nehri, çocuk hikayeleri, hikaye, hikaye oku, dini hikayeler, dini öyküler, Ademle Havva Hikayesi, gerçek hikayeler, gerçek öyküler, gerçek dini hikayeler, islami hikayeler, hikaye, dini hikaye, kıssa, kıssadan hisse, kısa hikaye, düşündüren hikayeler, ibretlik hikayeler,

Bir Cevap Yazın