Yazılı Anlatım ve Türleri 1. Bölüm

Yazılı Anlatım ve Türleri 

(Hikaye – Öykü – Roman)

1. Hikâye türünün tanımı ve özellikleri.
2. Batı edebiyatında hikâyenin gelişimi.
3. Türk edebiyatında hikâyenin gelişimi.
4. Roman türünün tanımı ve özellikleri.
5. Romanın Batı edebiyatında gelişimi.
6. Romanın Türk edebiyatında gelişimi.

YAZILI ANLATIM

Duygu, düşünce ve hislerin bir plan çerçevesinde yazı ile aktarılmasına “yazılı anlatım” denir. Her yazılı metin içinde bir haber veya mesaj barındırır. Yazılı anlatımın en önemli özelliği kalıcı olmasıdır. Yazılı anlatımın kapsamı oldukça geniştir. Burada edebiyata malzeme olan yazılı anlatım türleri üzerinde durulacaktır.

ÖYKÜ / HİKÂYE

Gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi mümkün olan olayları belirli bir zaman ve yer içinde anlatan kısa yazılara öykü (hikâye) denir.

Öyküler konu bakımından ikiye ayrılır: olay öyküsü, durum öyküsü. Olay öykülerinde genellikle tek bir olay anlatılır. Romanlardaki gibi iç içe geçmiş olaylar görülmez. Olay anlatılırken de çok fazla ayrıntıya girilmez. Roman, tiyatro, masal türlerinde olduğu gibi öyküde de anlatım serim, düğüm, çözüm planını izler. Giriş bölümü de denilen serim, olayın kahramanlarının ve diğer kişilerle mekânın anlatıldığı kısımdır. Düğüm bölümünde olaylar ve kişiler arasında bir çatışma, okuyucunun merakını uyandıracak bir unsur bulunur. Çözüm, sonuç bölümüdür. Düğümde nereye varacağı merak edilen olayların ve kişilerin sonu bu bölümde anlatılır. Durum öyküleri hiçbir olayın anlatılmadığı ve çarpıcı sonlar, çatışmalar, merak unsuru bulunmayan, günlük hayatın içinden insanların belli bir olayın kahramanı olarak değil, yaşamlarının bir bölümünde veya bir düşünce içinde ele alındığı öykülerdir.

Bir öykünün kahramanları, romanlardaki gibi tüm duygu ve düşünceleri, psikolojik durumlarının tahliliyle anlatılmaz. Sadece belli bir yönleri ile bir durum veya olay içinde bulunurlar. Romandakiler gibi değişmezler. İyi, kötü, akıllı, cesur, korkak… yapılarını baştan sona korurlar. Öykülerde kalabalık bir şahıs kadrosu da görülmez. Ayrıca romanda olduğu gibi, öyküde de kahramanların insan olma şartı yoktur, herhangi bir varlık öykü kahramanı olabilir.

Öykülerde ele alınan zaman daha kısadır ve yer de çok ayrıntılarıyla anlatılmaz. Burada mekân tiyatrodaki dekor gibidir, olaylara bir arka oluşturur. Öykünün ayırıcı özelliği olan kısalığını da olay, kişiler ve mekânda ayrıntılara çok fazla girilmemesi sağlar.

Öykülerde kullanılan dil sade, akıcı ve canlıdır. Anlatım tekniği olarak genellikle görülen geçmiş zamanın üçüncü şahsı kullanılır. Kimi zaman yazarın kahramanını konuşturduğu da olur.

En eski edebî türlerden biri olan hikâyeye -bağımsız bir yazı türü hâline gelmeden önce destan, masal, menkıbe benzeri eserlerin içinde rastlanır. Hikâyenin çıkış noktası, bu türlerin olağanüstü, gerçek dışı bölümlerinin dışında kalan ve insanı, yeri, zamanı gerçeğe uygun olarak anlatan bölümleridir. Hikâyenin ve romanın gelişmesine büyük ölçüde katkı sağlayan eser M. Ö 3.-2. yüzyıllarda Miletos ve Aristeides’in, gerçekçi motiflerle işlenmiş pek çok değişik hikâyeyi bir araya topladığı Miletos Masallardır. Asya’da, özellikle Hindistan’da, köklü bir hikâye geleneği vardır. Ortaçağ boyunca birçok Hint hikâyesi Arapça tercümeleri aracılığıyla Avrupa’ya yayılmıştır. Hikâye ilk ve en büyük başarısına İtalya’da kavuşur.

Özellikle, nükte ve maceranın iç içe olduğu Dekameron adlı eseriyle Boccaccio, İtalyan hikâyecilerine olduğu kadar çağdaş Fransız hikâyecilerine de örnek olmuştur. Hikâyenin modern anlamda Batı’da ilk örnekleri 18. yüzyılda görülmeye başlar ve 19. yüzyılda, roman türünden ayırmak için adına küçük hikâye denir. Batı edebiyatında bu türün önemli yazarlarından bazıları şunlardır: Bartolomeo Setsini, Carlo Porta, Gogol, Turgenyev, Çehov, Sartre.

Türk edebiyatında Tanzimat’tan önce hikâye niteliğinde eserler vardı: Leyla ile Mecnun, Hüsrev ü Şirin gibi mesnevîler; Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı, Dede Korkut gibi halk hikâyeleri; Danişmendname, Battalname gibi destanımsı tarihî hikâyeler. Batılı tarzda hikâye, Tanzimat döneminden sonra görülür. Batı edebiyatından çeviriler yapılmış ve “hikâye” roman karşılığında kullanıldığından, bunlara küçük hikâye denmiştir. Türk edebiyatının ilk hikâye yazarları 1870’de yazdığı Kıssadan Hisse ile Ahmed Midhat, 1871’de Müsameratname (Gece Toplantıları Kitabı) ile Emin Nihad’dır. Samipaşazade Sezai bu türün ilk başarılı örneği kabul edilen Küçük Şeyler’i 1892’de yazmıştır. Bundan sonra Halid Ziya Uşaklıgil’in eserleri hikâyenin gelişmesinde ve yerleşmesinde etkili olmuştur. Türk edebiyatında bu türde eserler veren bazı önemli yazarlar şunlardır: Mehmed Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ömer Seyfettin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri, Karaosmanoğlu, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Memduh Şevket Esendal, Abdülhak Şinasi Hisar, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Oktay Akbal, Tarık Buğra, Sevinç Çokum, Haldun Taner.

Örnek:

UYKU

Orhan Kemal

Cumartesiydi.

Madenî Eşya Fabrikası hafta tatiline hazırlanıyordu. Fabrikanın yüz elli amelesinden sekseni, on dörtle on altı yaş arasında erkek çocuklardı ki, yirmi kadarı “Pres” makinelerinde çalışıyordu. Üstleri başları paramparçaydı. Aşağı yukarı aynı boy ve aynı kalıpta olduklarından, birbirlerine benziyorlardı.

Terden sırılsıklamdılar… Atelyenin makine gürültüsü yüklü ağır havasında kaynaşıyorlardı: Muslukların fışkıran suyunda el yüz yıkayanlar, sıra bekliyenler, helalara girip çıkanlar, fırsattan istifade, kovalamaca oynayanlar… Gömleklerinin yağlı yollarıyla terlerini sildikçe de, vıcık vıcık makine yağı büsbütün sıvaşıyordu.

Fabrika ustabaşısı — Kırk beşlik, zayıf kısa boylu — başını kaşıyarak Baba Ferhat’ın yanına geldi. Baba Ferhat, büyük mengenede preslerden birinin kamasını eğeliyor, ilerisindeki freze makinesinin sesine sesini uydurmuş, bir Anadolu havası mırıldanıyordu. Haşlanmışa benzeyen yüzünden sızan ter, yağ lekeleriyle karışıp boynuna, göğsüne, or-dan da aşağılara iniyordu. Ustabaşının kendisine baktığını farkedince, işi bıraktı, doğruldu. “Ooof, of be!” dedi. Ustabaşı gülerek Baba Ferhat’ın yanına geldi, bir şeyler konuştular, sonra, Ustabaşı, tamir odasının yanına gitti. Kapının sağ duvarındaki mermer levhada şarteli indirdi. Atelye çatısı altında dönen ana volan sarsılarak yavaşladı ve fabrika istop etti.

Herkes paydos sanmıştı… Halbuki ustabaşı, tornalardan birinin üstüne sıçradı, düdük öttürdü, ameleyi topladı. Nutuk söyler gibi:

— Bana bakın! diye bağırdı, öğleden sonra iş var… Sabaha kadar çalışacağız belki de…

İsteyen gidebilir, kalan çift yevmiye alacak… İsteyen gider, dedim, zorla değil…

Atelyeye bir sessizlik çöktü. Sonra mırıltılar, fis-koslar başladı, arkasından da Baba Ferhat’ın eğe sesi.

Onuncu presin işçisi çocuk Sami, etrafına bakındı, yutkundu, gözlerini ovaladı… Öyle canı sıkılmıştı ki… “Gitsem mi?” diye aklından geçirdi, sonra caydı… Ustabaşı aksidir, Sami işi bırakır giderse, ustabaşı bir daha fabrikaya adım attırmaz onu. Fabrikanın ameleye ihtiyacı yok ki, kapının önü kendi kadar çocuklarla dolu. Saat ücretlerinin düşmesine sebep hep bu aylâk çocuklar…

Ustabaşı kimsenin kımıldamadığını görünce makineden atladı. Gitti şarteli itti. Volanlar dönmeğe başladılar, Baba Ferhat’ın eğe sesi silindi.

Mevsim yazdı. Atelyenin arka pencerelerinden olanca hızıyla vuran öğle güneşi, içerden altı tav ocağının kızıllığını alıyordu. İş Kanunu’na göre fabrika saat birden itibaren paydos etmeğe mecburdu. Onun için, fabrikanın gürültüsü dışardan işitilir de İş Dairesinin kulağına gider diye, ustabaşı’nın emriyle fabrika bekçileri atelyenin tekmil pencerelerini, tavandaki yuvarlak deliklere varana kadar örtünce, atelye karardı, tav ocaklarının kızıllığı birden bütün kuvvetiyle meydana çıktı. Çok geçmeden atelyenin elektrikleri yandı, ocaklar tekrar sönükleştiler.

Bunaltan bir sıcak başlamıştı. Baba Ferhat küfrederek gömleğini attı, paçaları düğmeli uzun donunu çemirledi. Gövdesi terledikçe kaşıntı artıyordu.

Çocuklar da gömleklerini soyundular. Kömür ambarına, helaya yalınayak gidip geldiklerinden, ayakları bileklerine kadar simsiyahtı. Preslere çinko levha getiren, kalıplanan karavanaları ambara götüren, depolardan tav ocaklarına maden kömürü taşıyan yardımcı çocuklardan yalnız ikisinin pantolonları uzundu, geriye kalanlar kısa pantolon giyiyorlardı.

Çocuk Sami atelyenin duvar saatine istemiye istemiye baktı: Biri çeyrek geçiyordu daha…

Paydos’u düşündü. Aradaki zaman hiç bitmiyecek kadar uzun geldi.

Pulanyalar kıvrım kıvrım yonga döküyorlardı. Çocuk Sami düşündü: Öğleden sonra paydos olacaklar diye yiyecek getirmemişti. Karnı pek aç değildi ama, gece belki de acıkır diye elli kuruş avans almağa karar verdiyse de, vazgeçti. Annesi, “Aman oğlum Sami, sakın borç etme… Ay başında taksitimizi ödeyemezsek evimizden atarlar bizi…” diye sıkılamıştı…

Makinesinin kolunu çekti, bir karavana daha kalıpladı. Sonra volanı boşa itti ve helâlara yürüdü. Muslukların başı gene kalabalıktı, sıra bekledi.

Burası atelyenin içinden daha serin olduğundan, çocukların hoşuna gider. Fakat ustalar rahat vermez ki… İkide birde kontrola gelirler. Çocuklar kaçar, ustalar kovalar. Yakalanan evvelâ dayak yer, sonra da ceza.

Çocuk Sami musluğun fışkıran ılık suyunda elini yüzünü yıkadı, vücudunu ıslattı, yaş gövdesini ovdu, serinledi. Başını tekrardan musluğa götürüyordu ki düdük sesleri… Çocuklar kaçıştılar. Sami de tav ocaklarının arkasından usullacık sıvıştı. Ocakların ora müthiş sıcaktı, ıslak vücudu kuruyuverdi. Makinesine geldiği zaman saçlarından başka yaş yeri kalmamıştı.

Tekrar alev alev yanmağa başladı.

Celâl usta makinelere teker teker uğruyor, avans: isteyenlerin adlarını bir kâğıda yazıyordu. Sıra Sami’ye gelince o, “İstemem…” dedi.

Saat ikide, bir saatlik yemek paydosu verildi. Çocuk Sami kömür ambarına indi. Ambar karanlıktı, rutubetliydi ama, toprak serindi, iri bir maden kömürü parçasını başının altına alıp yorgun vücudunu toprağa bıraktı, hemen uyudu… Düdük sesleriyle uyandığı vakit, kontroller ellerinde elektrik lâmbaları çocukları işbaşına kovalıyorlardı. Sami de kalktı. Kaburgaları rutubetten buz kesilmişti. Makinesine geldi.

Karşıda, Baba Ferhat’ın mengenesinin az ilerisinde demirci Şuayip’le kalfası Danyal, kızıl bir demire balyoz sallıyorlar, büyük ve ağır çekiçler örse indikçe etrafa kıvılcımlar saçılıyordu. Danyal’ın arkası Sami’ye dönüktü. “Topense” kesilmiş ense saçları, onun yeni yetişme bir delikanlı olduğunu gösteriyordu.

Yüzü görünen Şuayip ustaysa, ellilik bir adamdı. Balyozu kaldırırken boynundan parmak parmak damarlar şişiyor, boyun derisi yırtılacakmiş gibi geriliyordu.

Sami, Danyal’ın kollarına imrenerek baktı, kendininkileri düşündü. Onunkiler ipinceydiler… Saçlarının dibinden ılık ılık sızan ter gözlerini yakıyordu. Tekrar hela aralığına geldi. Muslukta elini yüzünü yıkadı, gövdesini ıslattı. Dönüşte, tornacıların alât ve edevat dolabının camında kendini gördü: ipinceydi. Omuzlan dar, omuz başları çıkık çıkıktı…

Utandı. Kendisine bakıyorlar gibi geldi, büsbütün utandı ve telâşlandı. Halbuki her şey yerli yerinde, herkes kendi dalgasındaydı. Baba Ferhat, yalnız o, eğe ¦eğelerken arada gözü Sami’ye kayıyordu. Sami sanıyordu ki, Baba Ferhat, onun zayıflığına bakıyor… Omuz başlarını avuçlarının içleriyle kapayarak makinesine koştu. Zannediyordu ki, herkes onunla, onun zayıflığıyla meşgul, birbirlerine, “Amma da zayıf ha!” diye fısıldıyorlar. Bu his gittikçe büyüyordu… Tam bu sırada, yanındaki presin işçisi çocuk Nuri:

—Lan Sami, dedi, amma da zayıfsın ha!

Sami sarsıldı.

—Ne zayıfı yahu, dedi, sen zayıf değil misin?”

—Ben gene de senden etliyim oğlum., diye. kabaran bir hindi azametiyle, yan yan baktı.

Çocuk Sami, cevap vermedi, fakat kahroldu.

Beriki, aceleyle kalıpladığı bir karavanayı çıkardıktan sonra:

—Kollara dikiz! dedi.

Kendi pazusunu şişirip Sami’ye gösterdi. Bu kol Sami’nin kolundan kalındı.

Sami cevap verse, bir tek kelime söylese ağlıyacaktı. Öyle dolmuştu ki… Çömeldi.

Makinenin tozlu ayakları arasına tortop sıkıştırdığı ıslak gömleğini aldı, giyindi.

Çocuk Nuri’yse, Çocuk Hadi’ye, Sami’yi göstererek bir şeyler fısıldıyordu. Bir ara:

— Allahını seversen bak, dedi, hortlağa benzemiyor mu?

Sami gene cevap vermedi. Şuayip Usta, yeni bir demir almak için ocağa gidiyordu. Danyal Kalfa balyozunu yere bırakmıştı, avuçlarına tükürdü. Baba Ferhat da eğelediği demirin düzlüğünü muayene ederken gülümsüyor, başını sallıyordu. Sanki karşısında birisi varmış da, şakalaşıyor gibi. Sami, Çocuk Nuri’nin dikkatini başka tarafa çekip, alaylarından kurtulmak için, kâh balyoz sallıyanlara bakıyordu, kâh Baba Ferhat’a… Bir ara başını tavana kaldırdı.

Volanlardan birinden sarkan bir parça kayış, tavanın çürük tahtalarına vurdukça tavan tozuyordu. Sami bunu gözüyle Çocuk Nuri’ye İşaret etti. Fakat: Nuri:

—Sen boş ver orayı, dedi, dediğime bak…

Koca atelye Sami’nin tepesinde dönüyordu sanki. Baskın hava şimdi büsbütün ağırlaşmıştı.

Gözbebekleri çukurlarına itiliyordu. Onlara arkasını döndü. Fakat Nuri, elinde bir kınnap parçası:

— Haydi, dedi, getir kolunu… Erkeksen getir de, ölçelim… Kiminki kalınmış…

Sami’nin sabrı taştı. Döndü. Onu gırtlağından yakalayıp makinenin volanının arasına…

Fakat Nuri’nin sarı ışıklı yeşil gözleri… Onun kolları da kalındı, yani daha kuvvetliydi.

Ağlamağa başladı.

—Ustaaa, ustaaa! Vallahi söyliyeceğim, billahi söyliyeceğim… Orospu çocuğuyum söylemezsem… Ben zayıfım, hortlağım, sen şişmansın… Ben itim, sen beysin, daha var mı diyeceğin…

Ben öksüzüm diye herkes bana…

Çocuk Nuri işin buralara varacağını sanmamıştı. İlle, “Ustaya söyliyeceğim” sözünden ürktü.

—Sus be, Sami be, şaka ettik yahu…

Sami susmuyordu. İçini çeke çeke ağlıyor, hıçkırıyordu.

—Sus, sus Sami, sus be… Yahu, şaka ettik be…

Makinesine geçti.

Saatler çok ağır geçiyordu. Gece yarısından sonra çocukların hiçbirinde hal kalmamıştı.

Yalnız çocuklar değil, bütün atelye, ustalar, yaşlı işçiler, herkes, her şey müthiş bir yorgunluk ve ter içindeydi.

Bir ara Sami’nin sırtına tavandan bir parça-örümcek ağı düştü, yakmağa başladı. Kaşındı, öyle tatlı kaşınıyordu ki… Kaşıya kaşıya derisi kabardı… Gömlek kabarmış yere değdikçe dağlanmış gibi acıyordu. Tükrük sürdü, avuçlarını döşeme tahtalarının tozunu bulayarak sırtını pudraladı. Yanma azaldı… Tam bu sırada arka makinelerde acı bir çığlık koptu.

Koşuşmalar… Sami de koştu… On. sekizinci presin işçisi Haydar düşmüş, başı yarılmıştı. Bir taraftan, başının kanayan yerini ovucuyla tutuyor, bir taraftan da etrafını alanlara bağırıyordu:

—Ne var yahu, ne var be, ne olmuş yahu. Şimdi ustalar gelir diyoruz yahu, ceza yiyeceğiz be, ohooo…

Onu dinleyen yoktu. Çok geçmeden Ustabaşı •geldi, ilk peşin kalabalığa çıkıştı:

—Dağılın lan, itoğlu itler! Dalga geçmiye fırlat kollarsınız! Haydi, herkes makineasine!

Çocuk Haydar ağlıyordu. Canı yandığından değil – tabiî canı da yanıyordu – ustanın dövüp ceza yazacağından korkuyordu.

Ustabaşı ellerini beline dayadı, Haydar’ın yanındaki makinenin işçisi Çocuk Çelâlettin’e sordu:

—Nasıl kırdı kafasını bu eşşek?

Çelâlettin kekemeydi:

—Uuuyuyordu, düdüdüştü, kakakafası…

Ustabaşı, Çocuk Haydar’ı omuzundan sarstı:

— Eşşoğlu eşşekler! Paşa babanızın evinde salıyorsunuz kendinizi… Çek elini bakiym…

Yaraya baktı, sonra Haydar’ı önüne katıp odasına getirdi.

Ustabaşının odası atelyenin nihayetinde, on basamakla çıkılan, penceresi bol bir odaydı ki, her istediği zaman atelyenin her tarafını buradan görebilirdi, bunun için yapılmıştı zaten.

Tavanda geniş kanatlı bir vantilatör ağır ağır dönüyordu… Ustabaşı ecza dolabından oksijen, tentürdiyot, pamuk, sargı bezi çıkardı. Yarayı yıkadı, sildi, tentürdiyot çaldı ve sıkı sıkı sardı.

Haydar korkusundan gık diyemiyordu. Makinesine dönerken, ustabaşının ceza yazmadığına seviniyordu.

Saat iki bucuğa doğru Çocuk Sami’nin duracak hali kalmamıştı. Uykusu dağılsın diye, başını makinenin demirine vurdu, göz kapaklarını çimdikledi, elini ısırdı, tırnağına baktı. Ne yaptıysa nafile… Vücudu lapaya dönmüştü. Atelyenin benzin, gazyağı kokan ağır havası başını ağrıtıyordu. Bir ara makinenin yan demirine yaslandı, hafif hafif kestirmeğe başlamıştı ki, birden öyle sendeledi ki, az kalsın yanıbaşında yağlı bir vınıltıyla dönen volanın arasına yuvarlanıyordu, tutundu. Bir görenin olup olmadığımı kolladı.

Bütün atelye, tornalar, freze, tav ocakları, presler, Baba Ferhat, Şuayip’le Danyal usta, sarı sarı yanan 75 mumluklar, her yer, herkes Sami kadar bitkindi. Ustaların düdükleri bile artık duyulmuyordu. Sami bir kere daha makinenin yan demirine yaslanıp, yuvarlanmak tehlikesi atlattıktan sonra kıpkırmızı gözleriyle atelyeye baktı, gördü ki, preslerden bir çoğu boş dönüyor… O da makinesini bırakıp helaların oraya sıvıştı.

Ustabaşı, Çocuk Haydar’ın yarasını sardıktan sonra, elektriği söndürdü, vantilatörü hızlandırdı. Pencerenin kanatlarını ardlarına kadar açtı. Uyku fena bastırmıştı… Yorgun kollarını çırptı, gerindi, esnedi, sonra gitti pencerenin demirine dayandı.

Dışarda aydınlık bir gece vardı. Uzaklardan bir gramofon sesi geliyor, civar mahalleler – bunlar işçi mahalleleriydi – geceye gömülmüş karanlık evler kalabalığı halinde alt alta ve üst üsteydiler.

Ustabaşı bunların hiçbirine dikkat etmedi. Gramofon sesine kulak vererek daldı. Çok geçmeden uzun ve helezonlu nefes alışlar ve horultu… Pencereye dayalı kolları gevşedi, bacakları çözüldü, bacakları… Ağır bir yıkılışla beraber başı pencere demirine fena halde çarptı. Çok evhamlıydı… Hemen oda kapısına çıktı, düdüğünü gücünün yettiği kadar üfledi.

Bu arada dikkat etti ki, tornalarla preslerden birçoğu boş dönüyor, fena halde içerliyerek tekrar düdüğüne sarıldı, öttürecekti ki, aklına Celâl Usta geldi. Düdük öttürmekten vazgeçti, küçük tamir odasına geldi. Kapıyı açtı. Celâl Usta büyük mengeneye yaslanmış, ayakta uyuyor..

Ustabaşı, dudaklarını titreten, gözlerini kısan bir hırsla odaya daldı. Celâl Ustayı omzundan hırslı hırslı sarstı. Celâl usta sıçradı. Beriki bas bas bağırıyordu:

—Aferin sana! Bunun için mi getirdik seni amelenin başına. Sen böyle yaparsan amele ne yapmaz. Tornalar boş dönüyor, presler boş dönüyor, freze… Kilovatlar su gibi akıyor, amelenin her biri bir yana dağılmış… Yazık günah değil mi… Vicdansız herifler! İki ustanın arası oldum bittim açıktı.

Celâl Usta uyku sersemliğinin verdiği şaşkınlıktan kurtuldu:

—Fazla patırtı etme! dedi, Senin karşında iki paralık amele yok… Ben…

—Ne hal olursan ol! Bu kapıya namuslu adam lâzım.

Celâl Usta kıpkırmızı kesildi. Günlerden beri dolmuştu zaten, boşandı:

— Doğru konuş, dedi, doğru konuş, bak… Biz bu dünyada namus için yaşıyoruz. Buraya namuslu adam lâzım da ne oluyor? Biz namussuz muyuz?

Kinle bakıştılar. Celâl Usta devam etti:

—Çoluk çocuğun anasını ağlatıyorsunuz. Hükümet İş Kanunu yapar, günde sekiz saat mesai kabul eder, siz fakir fukarayı on sekiz saat çalıştırırsınız. Bu mu namusunuz?

—O senden sorulmaz. Sen, sana tevdi edilen vazifeye bak, üst yanına karışma!

—Peki… Madem benden sorulmaz, ben de bilirim işimi öyleyse. Yarın, eğer bizzat İş Dairesine gidip, her şeyi bir bir ihbar etmezsem, nah, nah, bunları – bıyıklarını gösterdi – kazıtırım.

Hırsla ayrıldılar.

Celâl Usta bütün öfkesine rağmen, gene de atelyenin içine yürüdü. Gördü ki, sahiden de, preslerden birçoğu, tornalar, freze ve öteki makineler boş dönüyor, tav ocakları da kararmağa yüz tutmuş. Çabucak döndü, tav ocaklarının arkasına serilmiş uyuyan iki çocuğu ayağıyla dürtüp uyandırdı, çocuklar kaçıştılar… Sonra helâlara geldi. Baştan birinci aptesanenin kapısını itti. İçerden bir çocuk öksürdü… Celâl usta:

—Hadi, hadi… diye çıkıştı.

Muslukların başında da bir alay çocuk, Celâl ustayı görünce birbirlerini çiğneyerek kaçıştılar…

Celâl Usta, geniş alnının altında kocaman duran burnunu baş parmağıyla karıştırarak ikinci, üçüncü aptesaneleri kapılarına da ayağıyla vurup geçtikten sonra dördüncüye geldi.

Onu da ötekiler gibi itip geçecekti. İtti. Fakat içerden ses gelmedi. Durdu. Kapıyı tekrar itti, gene ses yok. Bu sefer eliyle itti. Kanat aralandı, kaldı. Kapıya iyice sokuldu. Üstteki yuvarlak delikten içeriye baktı. Helâ karanlıktı. Dikkatle baktı, yerde bir karaltı. Bir çocuğa benzetti.

“Ölmüş olmasın?” Kanadı az daha zorladı. Bir insan geçecek kadar aralanan kapıdan içeri sıyrıldı. Aptesane çok fena kokuyordu. El fenerini çıkardı. Yerde yatana sıktı. Bu sahiden de, bir çocuktu. Avuç içleriyle sol yanağı aptesanenin sidikli tahtasında, uyuyordu.

Celâl Usta’nın yüzü tiksintiyle buruştu, çocuğa eğildi. Çocuğun başını yana çevirdi;

onuncu presin işçisi Çocuk Sami’ydi… Omuzundan hafif hafif sarstı. Çocuk, boğazlanmış bir koyun ağırlığıyla ılık ılık sallandı. Celâl Usta tekrar sarstı, tekrar, tekrar… Çocuk her sarsılışta kımıldadı, inledi, sayıkladı, fakat kendine gelemedi. Celâl usta el fenerini söndürdü, arka cebine soktu. Çocuğun sidik bulaşmamış yerlerinden tutarak kaldırdı, kıç üstü oturttu. Neden sonra kendine gelen çocuk Sami, Celâl Usta’yı görünce fena halde korktu, başladı ağlamağa…

—Vallahi usta, namussuzum ki…

—Sus haydi, sus. Kes sesini… Bak, üstün başın berbat olmuş… Kes sesini dedik, ohooo…

Bir soran olursa, düştüm de… Haydi makinene…

Sami gözlerini silip makinesine geldi.

Celâl Usta, fabrikanın uyunmağa elverişli delik deşiğini yarım saatte dolaştı. Pres kanallarında, ambalaj sandıklarında, kömür ambarında, çuvalların arasında uyuyan ne kadar çocuk, büyük işçi yakaladıysa uyandırdı, işlerinin başına yolladı, hiçbirine ceza yazmadı.

Gecenin üçüne on vardı. Presçi Çocuk Nuri, Celâl Usta’ya seslendi:

—Usta, şu benim kalıba bak hele… Körlenmiş gene, kesmiyor!

Ustabaşı odasının kapısında, kollarını kavuşturmuş, bakıyordu. Celâl Usta, Çocuk Nuri’nin makinesini istop etti. Kalıbı muayene ederken, Nuri sıvıştı. Yandaki makinede Sami’yse, “ustanın kafese girişine” gülüyordu. Halbuki Celâl usta yutmamıştı, işin farkındaydı ama, “Adam sen de., diye aklından geçirdi, varsın iki dirhem uyusun fıkaralar… Geberecek değiller ya…”

Atelye sabaha kadar gittikçe artan ağır havasını kaybetmedi. 75 er mumlukların altında çalışan insanlar, zeytinyağına batırılıp çıkarılmış gibi, vıcık vıcıktılar. Frezelerin altları kucak kucak yonga dolmuştu…

Fabrika sahibi sabahleyin erkenden geldi; kısa boylu, fakat gayet biçimli bir adamdı.

Odasına geçti. İlk önce ustabaşıyla uzun uzun konuştu, sonra Celâl Usta’yla. Fakat Celâl Usta’ya, ustabaşının şikâyetine dair hiç bir şey açmadı. Celâl Usta çıkarken, patron, mavi bir zarfı uzattı:

—Bütün gece uykusuz kaldınız…

Celâl Usta zarfı teşekkürle aldı.

Beriki ilâve etti:

—Ustabaşıyla barışın olmaz mı?

Zarfın içinde 25 lira vardı.

(Kaplan 1992: 230–235)

ROMAN

Gerçekleşmiş ya da gerçekleşmesi mümkün olan olayları belirli bir zaman ve mekân içinde, karakterleri bütün yönleriyle tahlil ederek anlatan eserlere roman denir.

Edebî türlerin en uzunu olan romanlarda konu sınırı yoktur, olmuş ya da olması mümkün her tür olay ele alınabilir. Roman için genellikle bir tek olay veya konudan bahsedilemez. Ana konu etrafında, pek çok yan olay ya da konu ayrıntılı olarak işlenir. Romanlarda olaylar, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, inişli çıkışlı bir biçimde devam eder. Bazılarında ise olay örgüsü, günlük yaşamın sıradanlığını ve belirsizliğini yansıtacak biçimde çatışmasız ve gevşektir.

Romanın hikâyeden ayırt edici özelliği romanların daha uzun olmasıdır. Bu, olayların ve karakterlerin ayrıntılı bir biçimde ele alınmasından kaynaklanmaktadır. Ancak kısa romanlar da vardır. Bunlar bir hikâye kısalığındadır ama yoğun bir anlatıma, derin biçimde işlenmiş olay ve kişilere sahiptir.

Romanlarda ana karakterler ve yan karakterlerle kalabalık bir kişi topluluğu vardır. Bu kişiler okuyucuda, gerçekten yaşamış oldukları izlenimi uyandıracak biçimde ailesi, komşuları, arkadaşları, sevgilisi… ile anlatılır. Okuyucu bunların birer bir hayal ürünü olduklarını düşünmeden bu kahramanlar için kimi zaman üzülür, kimi zaman sevinir, kimi zaman da ona kızar. Elbette yazar, gerçekten yaşamış birilerini de anlatıyor olabilir, ancak –
eğer bu kendisi değilse- onları bütün yönleriyle tanıması, anlaması mümkün değildir. Yazar herhangi bir eşyayı ya da canlıyı da eserinin kahramanı olarak seçebilir. Ancak yine insana ait nitelikler söz konusudur. Bu kahramanlar da bir insan gibi düşünür, duygulanır, iç çatışmalar yaşar.

Romanlarda olayların geçtiği yerler çok çeşitlidir. Ev, iş yeri, okul, bahçe gibi yerler iç mekânlardır. Olayın geçtiği ülke, şehir, köy veya ilçe gibi yerler dış mekânlarıdır. Ayrıca bunların yanında tarihî, psikolojik çevreler de bulunabilir. Romanlarda mekânların en ince ayrıntılarına kadar anlatılmasının sebebi hem yazarın okur zihninde kendi hayal ettiği yeri canlandırmak, hem de karakterlerin ruh dünyalarını yansıtmak istemesidir.

Romanda zaman en temel öğedir. Romanlar sadece bir veya birkaç kişinin başından geçenleri anlatmaz, bir devri de yansıtır. Bir kişinin yaşadıkları aracılığıyla o kişinin ait olduğu toplumun tarihteki sosyal, siyasî ve ekonomik durumu da görülür. Romanlar, bir karakterin bütün hayatını veya yaşamının gençlik, çocukluk gibi belli bir bölümünü  yansıtabildiği gibi, sadece bir gününü de anlatabilir. Zamanın kronolojik olarak devam etme zorunluluğu yoktur; olaylar bugünden geçmişe dönüşler, geleceği hayal edişler ile de verilebilir.

Romanın gerçeklik duygusunu sağlayan öğe anlatım tekniğidir. Yazar olayları, dışarıdan seyreden ama olacakları, kişilerin düşünce ve duygularını gören, bilen bir üçüncü kişi olarak okuyucuya anlatabilir. Bazı romanlarda yazar ana kahramanını konuşturur ve olayları onun yerine geçerek okuyucuya anlatır. Bazılarında da mektuplarla ya da günlüklerle olayların anlatıldığı görülür. “bilinç akışı” tekniği ile yazılan romanlarda ise, yazarın ya da roman kahramanlarından birinin aklından geçenler, tıpkı düşünceler gibi, tarih sırası ve mekân sınırı gözetilmeden, olduğu gibi verilir ve bu teknik okuyucuda birinin düşüncelerini okuyormuş izlenimi yaratır. Romanlarda birkaç anlatım tekniği bir arada da kullanılabilir.

Söyleyiş özelliği anlamına gelen üslup, yazarın kullandığı sözcükler, kurduğu cümleler, örneklemeleri, betimlemeleridir. Romantizm, gerçekçilik, izlenimcilik, dışa vurumculuk gibi edebî akımlar da yazarların üslupları üzerinde etkili olmuştur.

Romanlar konularına göre aşk, macera, bilim-kurgu, korku romanları; tarihî, siyasi, polisiye, fantastik, psikolojik romanlar gibi türlere ayrılır.

Latin ve Yunan edebiyatlarının gerilediği Hristiyanlığın ilk yıllarında ortaya çıkmıştır. Bu dönemden örnekler azdır. Ortaçağ başlarında da ortadan kalkacak kadar azalmıştır. Bugünkü romanın başlangıcı, olay örgüsündeki serbestlikleriyle 16. yüzyılda İspanya’da Cervantes’in ilk büyük roman kabul edilen Don Kişot adlı eseriyle ve Fransa’da Rabelais’in Gargantua ve Pantagruel adlı eseriyle olmuştur. 18. yüzyılda burjuva sınıfının üstünlüğü sayesinde roman, o zamana kadar görülmemiş bir biçimde gelişir. Batı edebiyatında bu türde eserler veren belli başlı yazarlar şunlardır: İngiliz C. Dickens, Walter Scott; Fransız Rousseau, Voltaire, Stendhal, G. Flaubert, Balzac, E. Zola, Victor Hugo; Rus Gogol, Tolstoy; Alman Goethe.

Türk edebiyatında roman türü Tanzimat Döneminde yapılan tercümelerle başlar. Türk edebiyatının ilk romanı Şemseddin Sami’nin, 1872 yılında yayımlanan Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat (Talat ve Fitnat’ın Aşkı) adlı eseridir. Bu eser istemediği biriyle ana babasının zoruyla evlendirilen bir genç kızın yaşadıklarını anlatır ve gelenekleri eleştirir. Ardından Ahmed Midhat Efendi’nin macera romanları, Namık Kemal’in gelenekler üzerinde duran ilk romanı İntibah (Uyanış) gelir. Genellikle meddah hikâyelerinin etkisini taşıyan bu ilk Türk romanlarında heyecanlı maceralar ve duygusal konular ele alınmıştır. Samipaşazade Sezai Sergüzeşt (Macera), Recaizade Ekrem Araba Sevdası adlı eserleriyle Türk romanına gerçekçi özellikler eklemişlerdir. Bu ilk örneklerden sonra, roman tekniğine de hâkim olunmasıyla çok başarılı eserler ortaya konmuştur. Türk edebiyatında bu türde eser veren önemli yazarlar şunlardır: Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Nabizade Nazım, Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay, Peyami Safa, Sabahattin Ali, Halikarnas Balıkçısı, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Adalet Ağaoğlu, Rıfat Ilgaz, Tarık Buğra ve Oğuz Atay.

Örnek:

BİR KADIN DÜŞMANI’ndan
Reşat Nuri Güntekin

Muhaveremize devam ettik:

—Senin adın ne?

—Necdet.

—Benimkini biliyor musun?

—…….

—“Kayabalığı” diyorlar değil mi? O benim mektepteki ismimdir. Asıl ismim galiba Ziya’dır… Mamafih sen yine beni Kayabalığı diye çağırırsın… Sen biraz nanemollasın?

Şimdilik kendi kendini müdafaa edecek halde değilsin… Sana sataşan olursa bana haber ver…

Sana himaye vâdettiğim bu dakika hayatımın en mühim bir dönüm noktasıydı. Dünyada ilk defa benim de bir sevdiğim insan oluyordu. Merhamet, muhabbet, arkadaşlık denen güzel şeylerin zevkini ilk defa duyuyordum. Ruh yalnızlığı denilen korkunç hastalıktan sen beni kurtarıyordun.

Bende birdenbire olan bu büyük ruh inkılâbının sebebi neydi? Niçin o akşam seni arkadaşlarına karşı müdafaaya lüzum görmüştüm? Bu gece yıldızların altında yatarken havada seyrettiğim sinema filminde onu da tekrar seyrettim… Bu hikâyeyi sen hâlâ bilmiyorsun… Anlatayım da dinle…

Kardeşinin seni mektebe bıraktığı günden beş sene evveldi.

Yine mektebin ilk açıldığı gündü. Aynı bahçeye senden daha küçük ve senden daha kimsesiz bir çocuk bırakmışlardı. Ancak sekiz yaşında, bir hilkat garibesi denecek kadar çirkin, gülünç ve vahşi bir mahlûk… Onun gerçi bir babası, üvey de olsa bir anası, büyüklü küçüklü dört kardeşi vardı. Bu aileye oldukça mesut bir yuva denebilirdi. Ancak o çirkin çocuk bu yuvadaki ahengi ve güzelliği fena halde bozuyordu. Çirkinlik yalnız yüzünde olsa belki ona tahammül ederlerdi. Fakat tabiatı, ahlakı da yüzü kadar çirkindi. “Yüzü çirkin olanın ahlakı da çirkindir” sözü büyük bir hakikattir. Gerçi bu çocuğun ahlakındaki çirkinlik, yüzündeki çirkinlik neticesiydi. Şeklindeki noksan sebebiyle kimse onu sevmemişti. Küçüklüğünde sevilmeyen, okşanmayan, nazını çekecek kimse bulamayan bir çocukta ince ve güzel hislerin doğmasına nasıl imkân tasavvur edilir? Onun mahiyeti bu kadarla da kalmamıştı. Onunla mütemadiyen eğlenmişler, ona hakaret, hatta zulüm etmişlerdi. Bunu yapanlar onun en yakınlarıydı, sevmek değilse bile hiç olmazsa acımaları lazım gelenlerdi.

Birbirinden güzel bu dört çocuk arasına bu hilkat garibesi nasıl karışmıştı? Emektar hizmetçiler yanımda hiç çekinmeden bunu yeni hizmetçilere anlatırlardı:

—Anası gebeliğinde maymuna baktı da ondan…

—Yok yok… O değil, lohusayı yalnız bıraktılar da iyi saatte olsunlar asıl çocuğu çaldı…

Yerine ecinni yavrusunu bıraktılar…

—Kim bilir babasının anasının hangi ceza-yı ameli için Allah onlara bu maskarayı verdi.

O çocuk daha söylenen lakırdıların manasını anlayacak yaşta değildi. Fakat bir şuursuz hayvan yavrusu açlığı, soğuğu nasıl hissederse o da bu kelimelerdeki acı hakareti öyle karanlık bir surette hissediyordu. Her neyse, böyle yetişmiş bir çocuktan iyi bir ahlak istenemezdi. Mamafih ne olursa olsun netice birdir. O çocuk aile içinde barındırılmayacak kadar çirkin ve fena huylu idi.

Az bir masrafla aile yuvasındaki bu ahenksizlik pekâlâ izale edilebilirdi. Binaenaleyh beybaba onu mektebe atmakta pek haksız addedilemezdi.

Mektebe çirkin ve vahşi bir hayvan yavrusu salıverilmiş gibiydi. Çocuklar bir an onu rahat bırakmıyorlar, gülse kızıyorlar, ağlasa gülüyorlar, yalvarsa hakaret ediyorlardı.

Öyle zamanlar oldu ki bahçede arkadaşlarının zulmünden kurtulmak için, kertenkeleler gibi, duvar kovukları içine, merdiven altlarına saklandı.

Mektep idaresi onu müdafaadan acizdi. Hatta mubassırlar, hocalar ayrıca zulüm ve hakaret etmekten çekinmiyorlardı. Bir gün hastalanmıştı. Boğazı ağrıyor, vücudu ateşler içinde yanıyordu. Bahçenin bir köşesine kış için getirilmiş bir odun yığını gördü. Gizlice odunların arasına girdi. Orada ateşten kendini kaybetti.

Birdenbire şiddetli sarsıntılar, yırtıcı feryatlarla uyandı. Beş altı çocuk onun gizlendiği yeri keşfetmişlerdi.

Ayaklarından sürüyerek odunların arasından çıkarıyorlar, kulaklarını, saçlarını çekiyorlardı. O kadar hastaydı ki yapılan hakaretleri anlamıyor, yediği dayağın acısını duymuyordu.

Onda canını müdafaa eden bir hayvan sevkitabiisinden başka his kalmamıştı. Bir aralık arkadaşlarının elinden kurtuldu, tekrar odun yığınlarının arasına kaçtı. Çocuklar yuvasına saklanmış bir hayvan yavrusunu taciz eder gibi odunların arasından değnekler uzatıyorlar, toz toprakla dolmuş, korku ile ürpermiş kıvırcık saçlarına, tırmalanmış ellerine vuruyorlardı.

Nihayet bir tanesi daha başka bir zulüm icat etti.

Bir çamurlu kavun kabuğu uzatarak: “Hayvan! Çabuk bunu ye” diye bağırdı. Öteki çocuklar bir ağızdan “yiyeceksin hayvan” diye haykırışarak inat ediyorlar, artık odunların arasından değnek uzatmakla iktifa etmeyerek taş toprak atıyorlardı. Ağlaya ağlaya, titreye titreye kabuğu yedim.

O akşam hastalığım arttı, beni evvelâ mektebin hastanesine, sonra eve kaldırdılar. Bir ay kadar yattım.

Bu hastalık çocukluğumun en güzel hatırasıdır. Babam, üvey annem, kardeşlerim bana çok iyi muamele ettiler. Çok kuvvetsiz ve mustarip bulunduğum için ben de tabii bu merhamet ve nezaketi suistimal etmedim.

İyi olduğum zaman tabii tekrar mektebe dönmek lazım geldi. O vakit beni bir düşüncedir aldı. Başımı ellerimin içine alarak büyük adamlar gibi çareler aramaya başladım. Ne yapacaktım? Arkadaşlarımın düşmanlığına karşı beni kim müdafaa edecekti? Mubassırlardan, muallimlerden bir hayır gelmeyeceğini anlamıştım. Zaten bunu istemiyordum da. Bana hakaret eden bu adamlara karşı derin bir kin duyuyordum. Nihayet kendi kendime şöyle bir karar verdim: Kendimden başka kimseye güvenmemeliydim. Bunun için de çok kuvvetli, vurucu, kırıcı bir çocuk olmak lazımdı. Böylece hem kendimi müdafaa edecek, hem de düşmanlarımdan eski acılarımı çıkaracaktım.

“Kuvvetli olmak, kendinde başka kimseye güvenmemek”: İnsanlar için olsun, cemiyetler için olsun bu en büyük hakikattir.

(Güntekin 2010: 166–170

Kaynaklar

Öykü/Hikâye

Güneş, Sezai (1999), Anlatım Bilgisi, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi yayınları.
Kaplan, Mehmet (1992), Hikâye Tahlilleri, İstanbul: Dergâh yayınları.
Karaalioğlu, Seyit Kemal (1983), Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İstanbul: İnkılâp ve Aka
Kitabevleri.
Meydan Larousse (1969), “Hikâye”, c: 5, s. 850-851, İstanbul: Meydan yayınları.
Özkırımlı, Atilla (1994), Dil ve Anlatım, Ankara: Ümit Yayıncılık.
Sav, Ergun (1998), Halk Hikâyeleri, Ankara: Bilgi Yayınevi.
TDK (1998), Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Dil Kurumu yayınları.
Türk edebiyatı Ansiklopedisi (1985), “Hikâye”, s. 297, İstanbul: Tercüman yayınları.
Yazıcı, Hüseyin (1988), “Hikâye”, İslâm Ansiklopedisi, c. 17, s. 479–501, Ankara: Diyanet
Vakfı yayınları.

Roman

Ana Britanica Genel Kültür Ansiklopedisi (1990), “Roman”, 18. cilt, sayfa 488–492, İstanbul:
Ana yayınları.
Güntekin, Reşat Nuri ( 2010), Bir Kadın Düşmanı, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Özkırımlı, Atilla (1994), Dil ve Anlatım, Ankara: Ümit Yayıncılık

hikaye, hikaye oku, öykü, roman, masal, Hikaye – Öykü – Roman, Yazılı Anlatım ve Türleri, Reşat Nuri Güntekin,  Orhan Kemal, hikaye arşivi, öykü, arşivi, roman arşivi, masal, masal arşivi, Fabl, Destan, Hikaye, Roman, Fıkra, Eleştiri, Deneme, Sohbet, Röportaj, Haber Yazısı, Kişisel Hayatı Konu Alan Metinler, Anı (Hatıra), Gezi Yazısı (Seyahatname), Biyografi, Otobiyografi, Mektup, Günlük Tarihi Metinler, Felsefi Metinler, Bilimsel Metinler,

Bir Cevap Yazın